O’nu gördüğümde zamanın ve hatta ben’liğinin içinde kaybolmuştu… Sadece sarılabildim. Bilirim ki sarılmak hep şifalıdır. Günlerce ve aylarca… Sa- rıl- dım!
Sıcak, bunaltıcı bir Ekim sabahı… Günlerden Cuma… Hani şu çocukluğumuzdan beri çok sevdiğimiz, hele bir de güneşli ise pır pır uçuştuğumuz Cumalardan.. Rahmetli anneannem hava zamansız sıcak oldu mu derin derin bakar, “Bu kadar sıcak pek hayra çıkmaz ya Allah hayır getirsin.” derdi.

Sahi eskiler hep mi bilge?

Telefonumun sesiyle irkildim, kafamda anneannemle konuşurken. Açtım, ses yok.
Sahi derin acılar hep mi dilsiz ?
Uzun zamandır hasta olan babasının son 36 günde her geçen an eriyişini tüm çaresizliği ve acizliğiyle görmüş geçirmişti. Daha doğrusu görmüştü ama geçirememişti. Buna yıllar içinde hep beraber şahit olacaktık.

Sahi biz kullar hep mi aciziz?

Çocukluktan arkadaşız biz. Dokunduğunu yakardı. Hep başının çaresine bakan, hep güçlü… Hani sınavda 90 alsa neden 100 alamadım diye ağlayanlardan. İstediği üniversiteyi ve hayalindeki bölümü liseden mezun olur olmaz kazanmıştı. O ne yapsa iyi yapardı, güzel yapardı, hani olur da bi’ aksilik olursa nazardan olurdu. Hayatında her şey olması gerektiği gibi. Doğuştan çok şanslı olduğunu düşünürdüm hep. Üniversiteyi bitirince memleketimize döndü. Tahmin edersiniz işte; kendisi hoş ve havalı olduğu gibi mesleğinde de özenliydi; eyvallahı olmayan , dışarıdan kibirli soğuk görünen ama içi ipektendi. Güzel ut çalardı. Udun tellerini bilir misiniz? İpek iplik üzerine gümüş veya bakır sargılıdır. İlk gördüğünüzde sert bir metal soğukluğu verir size ama içi… İçi ipektir. Tam da öyleydi. O’na rast gelinmezdi mesela, O’nunla tanışmak için çabalanırdı. Bilmediği kocakarı ilacı bilmediği haminne tarifi yoktu. Prenses görünüşünün tersine çok biz’dik. “Süprizlisin kız sen.” diye takılırdım O’na hep; biz hep çocukluğumuzduk.

Sahi biz hep mi çocuktuk?

Evlerinin kapısından bulunduğu odaya on dört adımda yürüdüm. Adım sayımı biliyorum çünkü adımlarımı saymazsam olduğum yere yığılacaktım. Göz göze geldik. “Kara gözlerinde o kadar çok şey okudum ki…”

Gelen giden… Birilerine bir şey yedirme derdinde olanlar… Tencere tencere gelen yemekler… Kaç yaşındaydı soruları… Hastalığı neydi, ne kadar zamandır hastaydı… Bitmedi sorular bitmedi meraklar… Aylar sürdü gelen gidenler. Ya sonra?

Sahi biz, insanoğlu hep mi yalnızdık ?

Hayatı normale döndürmek istedikçe bir şeyler O’nu aşağıya çekiyor gibiydi. Haftalarca işe gidemedi. Denedi ama olmadı. Karanlık odasında yataktan çıkamadı aylarca. Herkes sen güçlüsün dedi, ölüm gerçek dedi, baban hastaydı çok çekmedi dedi. Dediler, dedik…

Sahi insanlar hep mi bir şeyler der ?

Soğuk ama güneşli bir cumartesi günü zorla sahile götürdüm O’nu… Hatırlıyor musun dedim, biz çocukken de cumartesileri soğuk ama güneşli olurdu, flüt kursundan çıkar bizim evin önünde ip atlardık. Gözleriyle gülmesi en karakteristik özelliğiydi; öyle şen kahkahaları yoktu ama insanın içini ısıtırdı güldüğünde. O gözler o kadar buğuluydu ki gülümsemesini göremedim bile. Sustum. Siz de bilirsiniz en yakın arkadaşlar susarak anlaşır esasında. Kış güneşi de bir başka güzel oluyor di’mi dedim, sonra yine sustum. Sana Pop 90’lardan şarkılar açayım mı dedim, yine sustum. Sessizliği sağır ediyordu beni. Ağzından cılız cansız dökülüverdi ; “Kendimi üç dört yaşlarında , gecenin bir vakti, hiç tanımadığım bir şehirde, çırılçıplak sokağa bırakılmış gibi hissettim; tam olarak hissettiğim buydu .Yersiz yurtsuz ve köksüz hissediyorum kendimi.” Güneşte eriyen buz gibi yavaş yavaş çözüldü ve başladı anlatmaya :
“Yer-siz, yurt-suz, kök-süz… Ait olma hissi temel ihtiyaçlardan bence, sence? O hayat dolu adam gitti. Belkıs Akkale’yi , Sabahat Akkiraz’ ı, Gülizar ismini, uzun uzun sofraları, dost meclisini, ailesini, insanları, çocukları ne de çok severdi. Bize bu kadar düşkünken ,hayatı bu kadar severken… Nereye be İnce??? Hayatta her şeyi oldururum zannerdim! Ne büyük şaşkınlık di’mi? Aciz bir kul olduğumu tüm benliğimle gördüm,görmekten de öte hissettim. Her gün işyerine giderken önünden geçtiği camiiden bir gün tabutuyla götürdüler. İnanamadım! Ruhum üşüdü. Benim annem babam hiç yaşlanmaz, hiç hasta olmaz, hiç ölmez zannetmişim ben meğer. İçimde yangınlar…“

Sahi insanın içi hep mi yanar?

Üç yıl geçti bu konuşmanın ardından… O hep sustu aslına bakarsanız. Rahmetli anneannem, biri ölünce insanın yüreğinde kırk mum yanar her gün de bir mum sönermiş ama o son kalan mum hiç sönmezmiş,derdi. O’nu ezdi ve geçti zaman. Bize söylemesi, teselli etmesi hep kolaydı tabi.

Peki ya şimdi? Artık gözleriyle de gülüyor. Eskisinden de güçlü eskisinden de çok seviyor hayatı… Ve ekliyor; “Hayat en güzel hediye , acıyı kabul etmiyorsun da acıya alışıyorsun. Zamanın tüm yaraları iyileştirdiğini söylüyorlar. Sanırım ben aynı fikirde değilim.Yaralar kalıyor. Akıl kendi sağlığını korumaya çabalarken, zaman onları yara izi ile kaplıyor. Acı azalıyor ama asla gitmiyor. Bir şarkıda, bir fotoğrafta, bir anıda, bir seste, bir kokuda ve daha bir bir bir bir çok şeyde… Acı zamansız ve mekansız… Ve öğreniyorsun; sonunda yaraların ile yaşamayı öğreniyorsun. Sonra onları da serbest bırakmayı…”
Üç yıl sonra ilk kez ve birlikte gittik susmuş babasının mezarına. Geceleri uyanıp nefes alıyor mu sağlıklı mı diye kontrol ettiğin birini toprağa vermek kamil insan olma yolunda büyük sıçrayış. Acılar evriliyor– muş. Ve… Gün boyunca mırıldandığı Erol Sayan bestesi müthiş bir rast makamı şarkı: “Sen gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak kalacaksın…“
Sahi sustuklarımız hep mi şarkılarda? Hayat mı en güzel hediye ?
Sa- rıl- dım!

Tuğba Güneyli

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu girin.
Lütfen adınızı giriniz