Gece yarısı yürüdüğü ıssız sokakta karşısına çıkan beyaz bir kutu dikkatini çekti.
Etrafına bakındı. Kimsecikler yoktu. Sokağa bakan evlerde tek tük ışıklar yanıyordu. Kutu yolun tam ortasındaydı. Biraz yaklaşınca üzerindeki PTT Kargo yazısını okudu. Herhalde dağıtım kamyonundan düştü, fark etmediler diye düşündü. Gerçi fark edilmeyecek gibi değildi; büyük, uzun dikdörtgen kutulardandı. Geçen gün, bağışlayacağı kitapları ayırıp böyle bir kutuya doldurmuştu da tek başına yerinden kaldıramamıştı.
Kutunun içinde ne vardı acaba? Kitap olsa, kamyondan düşünce dağılır, en azından hasar görürdü. Oysa bunun kenarı-köşesi sağlam görünüyordu.
Bu sokaktan pek araba geçmezdi ama yine de dikkatsiz veya biraz hızlı bir sürücü kutuya çarpabilirdi. Kenara çekmek, kaldırıma koymak iyi olur diye düşündü. Yardım edecek biri var mı diye sağa-sola bakındı, hala gelen geçen yoktu.
En iyisi ben bunu kucaklayıp kaldırıma koyayım diye niyetlenmişti ki, aklına birden bunun bir bubi tuzağı olabileceği geldi. Olmaz şey değildi. Ülkenin hali belliydi. Teröristlerin cirit attığı, patlamaların, suikastların sıradanlaştığı tekinsiz bir ülkede hatta dünyada yaşıyoruz düşüncesi sardı zihnini ve tüm vücudunda hafif bir ürperti hissetti. Birden eşi, tüm yaşamı geçti gözlerinin önünden. Yok yok… En iyisi görmezden gelmek, yürüyüp gitmek diye karar verdi. Zaten çok yolu kalmamıştı evine.
Evet, yürüyüp gitmeliydi. Yoluna devam etti. Tatlı yokuştan mı, geçirdiği kararsızlıktan mı nedendir, biraz soluğu kesilir gibi oldu. Adımlarını yavaşlattı. Omzunda her daim taşıdığı, artık neredeyse vücudunun bir parçası haline gelmiş kemanı biraz ağırlaşmıştı sanki.
İçinde bir ses yükseldi. Böyle görmezden gelip gidemezsin, sen o eleştirdiğin duyarsız, sorumsuz insanlardan olamazsın. Ya o kutu bir kazaya sebep olursa, ya…
Adımlarını yavaşlattı fark etmeden.
Keşke arkadaşlarının tekliflerini kabul etseydi de evinin kapısına kadar bıraksalardı arabayla. “Dar sokak, şimdi dönüşünüz zor olur, hiç girmeyin, ben biraz yürüsem iyi olacak zaten. Ayılayım yoksa hanımdan yerim paparayı…” diyerek ikna etmişti onları.
Serin, temiz havada yürümek, nefes almak, yalnız kalmak, belki bir süre sonra anılara karışacak akşamın mutluluğunu yeniden yaşamak iyi gelmişti.
Akşamın ihtişamını yeniden düşünmeye çalıştı; daha doğrusu mutlu anları düşünerek şu beyaz kutuyu kafasından atmaya çalışıyordu. Ne güzel bir akşamdı, ne güzel bir gece oldu dedi kendi kendine. Günlerdir, gecelerdir yaptıkları zorlu provalara değmişti bu akşamki konser. Salon tıklım tıklım dolmuş, şeref konukları eksiksiz yerlerini almış, akordunu tamamlayan orkestra ve dinleyici nefesini tutmuş, saygının anıtlaştığı derin bir sessizlikle efsane şefi bekliyorlardı. Şefin sahne kapısından görünmesiyle patlayan alkışlar, konserin sonunda da salonu inletmişti. Kaç kere bis yaptıklarını hatırlamıyordu. Şef orkestrayı yönetiyordu ama seyirciyi ve alkışları son dakikada içeri alınan ve merdivenlere ilişiveren konservatuar öğrencileri yönetiyor gibiydi. Alkışların da bir müziği vardı. Nadir yaşanan bir geceydi bu…
Ah o alkışlar, alkışlar… Hala kulağındaydı ve düşünmek bile içini ısıtıyordu. Minnet duydu; mesleğine, seyirciye, onu yetiştirenlere, sert de olsa, bu konserin büyük şefine…
Sonra kendini bile şaşırtan ani bir hareketle geri döndü ve hızla sokaktan aşağıya doğru yürümeye başladı. Yok, başka çare yoktu; seyirci dediği bu toplumdu; insanlardı, bu ülke, bu şehir, bu sokak, komşulardı… Onların hepsine borçluydu. Öyle arkasını dönüp gidemezdi; kendine, vicdanına ve ilkelerine ihanet edemezdi.
Kutuya yaklaştı, omzundan kemanı indirecekti ki bir ses geldi kulağına. Etrafa bakındı bir kedi yavrusunun miyavlaması sandı önce, iyice yaklaştı, hayır bunlar bir bebeğin çıkardığı seslere benziyordu. Hızla indirdi keman kutusunu. Hiçbir yere koymaya kıyamadığı kemanını yere bıraktı aceleyle. Şaşkınlık içinde diz çöküp kulağını dayadı kutuya. Evet… bu bir bebek sesiydi ve kesinlikle kutudan geliyordu. Aman Allahım dedi, bu kez yüksek sesle, Aman Allahım!
Kutuyu aceleyle açtı, bir bebek tekmeler atıyor, sesler çıkarıyordu. Herhalde kutunun kapağı açılınca bebek de kendisi kadar şaşırmış olacak ki bir an durdu ve aniden avaz avaz ağlamaya başladı. Genç adam ne yapacağını bilemiyordu. Eli ayağına dolaştı. Aklına hiçbir şey gelmiyordu, bebek ağlamayı iyice artırdı. Nasıl susturulurdu ki ağlayan bir bebek? Etrafına bakındı, onu oyalayacak bir şey arandı, gözü keman kutusuna takıldı.
Kemanı… Müzik… Hem bebeği hem kendini sakinleştirebilirdi. Mahir elleriyle çıkardı kutusundan ve başladı çalmaya… Aklına ilk geleni, düşünmeden, bu akşamki muhteşem konserden; Beethoven’nin 9. Senfonisini başladı çalmaya. Sokak ortasında, hem de tek kemanla, fonda ağlayan bir bebeğin sesleriyle…
Evet, işe yaradı. Bebek şaşırdı, ağzını büzdü, gözlerini iyice açtı. Gülümsemeye, elleriyle ayaklarıyla sevinç gösterileri yapmaya başladı. Ara ara yüzü buruşuyor, ağlayacak gibi oluyor ama kemanın ninniye benzeyen sesiyle yine gülümsüyordu.
Ne kadar sürdü bu solo, kendi de fark etmedi ama çok geçmeden sokaktaki evlerin ışıkları yanmaya başlamıştı. İnsanlar pencerelerden sarkıp sesin geldiği yeri görmeye çalışıyorlardı.
Birkaç kişi, sonra birkaç kişi daha derken, gecenin bir yarısında çalan bu büyülü müziğin kapladığı sokak giderek kalabalıklaştı. “Aaa burada bir bebek var, ah canım, vah yavrum, kimin ki acaba, kız mıymış…” gibi konuşmalar, koşuşturmalar sardı kemancının ve bebeğin etrafını.
Gelenler gidenler derken, bebek yine ağlamaya başladı. Kadınlar, “ Aaa bunun altı ıslanmıştır, belki de karnı acıkmıştır, ah yavrum” diyerek hemen oracıkta iş bölümü yaptılar. Kimi koştu bebek bezi buldu getirdi, kimi biberonda mama. Bu arada kemancıya soruların bini bir para. Kimsin, nesin, bu bebek de neyin nesi…
Durum anlaşılınca polise haber verildi tez elden. Bebeğin altını değiştiren kadınlar bir not buldular kutunun içinde:
“Bebeğimin adı Rüya, ona iyi bakın, ben bakamıyorum artık, üzgünüm,” yazıyordu. Sağına soluna baktılar, başka da bir ipucu, not yoktu.
Biberonu yutacak gibi emen bebeğin gözleri bir kapanıyor bir açılıyordu. Yaşlıca bir teyze kemancıya dönüp, “Sen o ninniyi çalmaya devam et oğlum, şuncaz da sebeplensin, garibim bundan sonra kim ninni söyleyecek ona, kim keman çalacak böyle içli…” dedi.
Kemancının canına minnet! Daha bir hevesle, daha da rahatlamış olarak, tadını çıkara çıkara çalmaya devam etti 9. Senfoniyi.
İnsanlar yolun ortasında, beyaz kutunun etrafında halka olup yere oturdular; bir yandan sessizce kemanı dinlerken, bir yandan da mışıl mışıl uyuyan bebeği seyrettiler.
Çok sürmedi, polis ve sosyal hizmetler ekibi geldi. Gelenler gördükleri manzara karşında şaşkınlıklarını gizleyemediler; sokak ortasında senfonik müzik, beyaz bir kutu içinde uyuyan bir bebek, etrafında insanlar, dinginlik…
Sorgu-sualden sonra kadınlardan biri bebeği uyandırmadan kucağına alarak, dünyanın en değerli emanetini teslim ediyormuşçasına, onu sosyal hizmet görevlisi kadının kollarına bıraktı, yarı ağlamaklı…
Büyülü anlar sona ermişti. İnsanlar aralarında konuşarak evlerine dağılırken, kemancı da yolun ortasında kalan boş kutuyu aldı ve çöp bidonunun yanına koydu. Kemanını kutusuna yerleştirip evinin yolunu tuttu.
(28 Kasım 2020 günü yitirdiğimiz CSO’nın unutulmaz başkemancısı Oktay Dalaysel’in anısına)
Meral Çiyan Şenerdi
Kaş 2 Aralık 2020