Akşama bir düğüne davetliyim. Aman Allahım! Düğünler ve ben… Ne kadar da severiz birbirimizi. “Ankara’nın Bağları”nda göbek atmalar, parmak şıkırtıları keyfime keyif katar demeyi çok isterdim. Ama hiç sevmem gürültülü kalabalıkları.
Sabah bu düşünce ile yataktan kalkmak tüm enerjimi çekti doğrusu. Günün en sevdiğim kısmına, kahvaltıma bile özenmek gelmedi içimden. Buzdolabından iki lokma attım ağzıma.
Kendi kendime, hadi ama o kadar da kötü bir şey yok , altı üstü bir düğün. Gidip biraz oturup, bir de takı takıp çıkarsın, diye avunmaya çalıştım. Beynimin içinde başka cümleler de dolanıyordu; gitmezsen ayıp olur, senin düğününe de gelmezler sonra… Sanki ortada bir damat adayı var da düğünüme gelecekeler eksik kaldı. Benim için pek dert değil ama çok da yalnız olmadığım yaşantımda bazı minik mecburiyetler var tabii; “itinayla” düğünlere gitmek gibi.
Aman boşver deyip işlerime koyuluyorum. Zaman ne ara geçti anlamıyorum. İşlerimin birazini bile bitiremeden hazırlanmak için kalkıyorum masadan. Çok yoruldum. Bu yorgunlukla nasıl gideceğim gibi bahaneler üretiyorum. İşte ne yazık ki hazırım. Artık arkadaşımın gelip beni almasını bekleyebilirim.
İşteee düğündeyim. Kırlent Düğün Salonu. Bu nasıl bir salon böyle? Burayı daha önce hiç görmemiştim. Sünnet salonu gibi olmuş deyip içimden ufak bir kahkaha atıyorum. Girişte hiç tanımadığım insanlara sarılıyorum. Bu kim acaba? Beni tanıyor gibi konuştu. Senin düğün ne zaman nasipse demeyi de ihmal etmedi, bıyık altından gülerken. Damadı bulunca haberiniz olur zaten diyesim geldi, demedim. Neyse şu köşede kendime bir yer bulayım. Kimseye ilişmeden kurabiyemi yer, meyve suyumu içer giderim.
Beklenen an geldi çattı; Ankara havaları geçidi. Sözleri hüzünlü şarkılarda bu kadar keyifle vakit geçiren başka milletler de var mı acaba sorularıyla boğuşurken, kollarımdan çekiştirile çekiştirile sahneye götürülüyorum. İdama götürülüyormuşum gibi. Direnemiyorum bile. Acınası haldeyim. Sonra bir anda kendimi sahnede göbek atarken buluyorum. Ayağımda topuklu ayakkabılar. Yıllardır dolabın en üstünde duran o ayakkabıları ben bugün hangi akla hizmet giydim acaba? Hayır, ben topuklu ayakkabı zaten giymem. Yıllar evvel arkadaş hatırına alıp bir kere giyip yeteri kadar pişman olmuştum zaten. Allahım neden kendime engel olamıyorum? Biri beni bu sahneden alsın! Kendimden geçercesine oynamak istemiyorum!
Bir ses var. Zil sesi mi bu? Düğünde zil sesinin ne işi var yahu? Bu da başka bir düğün atraksiyonu mu? Dur bakayım nereden geliyor bu zil sesi derken açılıverdi gözlerim.
Sevineyim mi? Kesinlikle! O pistte oynayan ben değildim, oh çok şükür. Zil çalmaya devam ediyor ben şükürler ederken. Ağaç oldu gelen. Koştum açtım kapıyı. Arkadaşım beni almaya gelmiş. Gittim ben o düğüne diyorum, şaşkın şaşkın bakıyor yüzüme. Düğüne yalnız, hatta ışınlanmış gibi gitmemden rüya olduğunu anlamalıydım diyorum, ne diyorsun sen diyor. Amma kurtlarımı döktüm diyorum, anlamsızca bakıyor. Haksız mı? Değil.
Bir saniye bekle deyip sandalye çekip dolabın üstündeki topuklu ayakkabıları alıyorum. Kabusuma ortak oldular hain ayakkabılar. Geçerken belediyenin giysi kumbarasına atıveriyorum.
Düğün salonuna giriyorum, yine enteresan bir konsept… Hiç değilse adı normal bu sefer. En son gördüğüm kırlentten kırlent düğün salonu çok yaratıcıydı doğrusu, bilinçaltım sağol diyorum. Arkadaşımla kendimize köşede bir yer buluyoruz. Sırtımı sahneye dönüyorum çünkü olanları izleyecek cesaretim yok.
O esnada müzik başlıyor. Biri beni çimdikleyebilir mi lütfen? Çünkü şu an başka bir kabustayım bence. Caz mı o çalan? Ama ben caz dinleyemem ki, “Ankara’nın Bağları”na razıyım gerçekten.
Tuğba Sezer
Harika olmuş kalemine sağlık canim
Hikayedeki kişinin düşüncelerini ifade etme biçimine bayıldım. Olumlu veya olumsuz her düşüncesi beni tebessüm ettirdi. Ama daha hikayenin adından belliydi beni neşelendireceği. Yazar arkadaşıma çok teşekkür ederim. Fikrine sağlık. Daha çok yazmasını dilerim. Sevgiler… 🙂
Kaleminiz neşelendiriyor insanı. :-).