Şu anda yakın bir arkadaşımın evine ziyarete gitmiş gibi hissediyorum kendimi. Birini uzaktan, birini yakından da olsa -ki yazımın sonunda daha iyi anlaşılacağı gibi, uzak ve yakın kavramlarını hep ironik bulmuşumdur- kendi hayat öykülerini birbirine takas ederek takas öyküler fikrini doğuran iki kadını da tanıyorum çünkü. Fikir olarak değilse de, site olarak doğumuna hatta oluşumuna tanıklık etmiş olmanın özel bir hazzı var içimde. Yani bu ekranda boşuna karşılaşmadık sizinle. Kısaca ev sahiplerinin kadın tarafından hısmıyım da diyebiliriz.
Malum, anne babamızın bile evine gidemediğimiz korona günlerindeyiz. İki elin kanda olsa gelemem, dediğimiz günler yaşıyoruz. Olsun! Ben yine de geldim işte ziyaretinize… Evinize, zamanınıza, aklınızın bir tarafına ve başarabilirsem yüreğinizin bir köşesine oturmaya geldim. Ruhunuzla az biraz sohbet edip gideceğim.
Daha önce karşılaştık mı bilmiyorum. O yüzden belirteyim isterim. Yazma meselesi, sıklıkla rağbet gösterdiğim bir meseledir diyebilirim. Zaman zaman onları kullanmadığım bir rafa kaldırmış olsam da; ister okumak ister yazmak için olsun, kurgusal hikayelere gönlüm pek fena kayar benim. O anlamda hani şu yazar dediklerinden olmaya çalışanlardanım.
Bu yüzden olsa gerek, bazen yazı siparişi gelir bana. Heybemi açıp bakarım o vakit. Acaba hangi kelimeleri giydirsem şimdi diye. Bazense, hiç ortada fol yok yumurta yokken, hatta heybemdeki kelimeleri giydirip bir an önce görücüye çıkartmam gerekirken; arsız bir şekilde cebimde kendi başına birikmiş kelimeler dökülüverir günün orta yerine. Hadiiii, şimdi üşenmeyip bir de onları giydir bakalım.
İşte takas olsun diye buraya bırakacağım bu öyküyle, ki bu benim gerçek yaşam öykümdür, size tam da bunu anlatmak isterim. İnsanın bilinçli olduğunu sandığı zamanlarda bile; nasıl da fark etmeden, için için kelime biriktirdiğinden ve istemese bile günün birinde o kelimelerin nasıl ortaya birden saçılıverdiğinden. Hele de onlara nizam vermeye kalkıştığında, hayatının nasıl kendiliğinden değişivermesinden.
Bir saattir anlatıyor kadın, daha hikayesini anlatmaya yeni başlayacak diye panik yapmayın sakın. İnanın anlatacağım şey oldukça kısa. 🙂
Bundan yaklaşık 2,5 sene önceydi. Liseden tanıdığım ama hiç görüşmediğim bir arkadaşım, daha önce basılmış bir öykü kitabım olduğunu bildiğinden, kendi kurduğu ve yönettiği internet dergisi için düzenli yazılar yazmamı istemişti. O Bursa’da, ben de Kaş’ta yaşıyordum. Daha doğrusu yaşadığımı sanıyordum. Hatta o sıralar her ne kadar koca bir yalnızlık içinde olsam da, bunu kendime bile itiraf etmediğimden, evli bir kadın olduğuma dair canlı tanıklarım vardı. Dolayısıyla İstanbul gibi büyük bir şehirden küçük bir sahil kasabasına evlenerek yerleşmiş bir insanın duygularını, pekala her hafta yazıya dökebileceğimi düşünüyordum. Denedim de. Bunun için gerçekten elimden geleni yaptım.
Evet tahmin ettiğiniz gibi, arkadaşımın teklifini kabul ederken ben aslında heybemde biriktirdiğim kelimelerime güveniyordum. Doğrusu altından kalkamamam için hiçbir sebep yoktu. Tam da o dönemde cebimde birikmiş kelimelerin isyan bayrağı çekeceğini hiç tahmin etmemiştim tabi. Üstelik her ne kadar bu kelimeler benim rafa kaldırılmış savaşçı ruhumu ortaya çıkartmış olsa da, yazık ki kavgacı bir kişiliğim yoktu. İnsanların üstüne gitmeyi sevmediğim gibi, üstüme gelindiğinde de çoğu zaman ne yapacağımı bilemem. Bağrış çağırış insanlarla bile güzellikle anlaşayım isterim. En azından başarabildiğim yere kadar şansımı denerim.
“Madem bütün bu kelimeler bana ait, ne yapalım hepsini sırayla giydirmekten başka seçeneğim yok,” dedim ve giriştim işe. Sonuçta mevsimlerden kıştı. Onları göz göre göre üşütecek değildim ya… Ah ama ben onları giydirdikçe benim içim fena bir şekilde sıcakladı mı? Meğer ne çok üşüyormuşum da haberim bile yokmuş. Tabi ısındıkça bu sefer başladım ben soyunmaya. Birer birer bana fazla gelenleri çıkartmaya koyuldum. Hayatımın altı üstüne gelirken, birbirine uymayan ne çok kıyafeti üst üste giyebildiğime şaşırdım.
İşte sıcak ve soğuğun yine ironik bir biçimde birbirine karıştığı o dönemde; cebimden sızan kelimeleri giydirerek yazdığım bir öykümün adını Uzak, bir öykümün adını da Yakın koydum. Ben yazdıkça; hayatımın merkezine koyduklarım benden hızla uzaklaşırken, yavaş yavaş kendime yakınlaşmıştım çünkü. Belki de bunun tam tersi daha doğrudur. Ben korkusuz bir şekilde yazarak yavaş yavaş kendime yaklaştıkça, korktuğum için hayatımın merkezinde tutmaya çalıştıklarım hızla benden uzaklaştı.
Bu yüzden kurgu da olduğunu bilsem; kaleme alınmış ya da alınmadan anlatılagelmiş hikayeleri çok önemserim. Yazanı da, okuyanı da kendisiyle buluşturur çünkü. Tabi gerçekten söyleneni duyabildiğinizde…
Öyleyse benim bu kısacık gerçek hikayem ile -ki ister sevin ister sevmeyin; gerçek olan, insanı en güzel saran şeydir- size takas öyküler bırakmak adına bir girizgah yapmış olayım.
Kelimeler aracılığıyla, kendimizle dolayısıyla birbirimizle biraz daha buluşabilelim diye hepimize alan açmış iki güzel yüreği, Meral Şenerdi ve Mine Palazoğlu’nu sevgiyle selamlıyorum…
Didem Elif