Cuma öğleden sonrasıydı… Ofis masamdan gördüğüm, kaldırımında hangi taşın nerede olduğunu bile ezberlediğim Tunalı, bir haftayı geçkindir farklı bir ruha bürünmüştü. İş çıkışlarında evlerde duramayıp tekrar soluğu sokaklarda, kalabalıkların içinde alıyorduk, hiç unutulmayacak bir dönemin başlangıcıydı Gezi Parkı direniş günleri.  Aslında parkla başlamış sonra daha önce tecrübe edilmemiş bir kenetlenmeye doğru gitmişti durum. Derinlerde gizlice alınan özgürlüklere tekrar kavuşma özleminin ateşi uyanmış gibiydi. Farklı bir zamanda olsa tedirgin edici bulunabilecek kalabalığın içinde, kafadaşlığın güvenini yaşıyorduk hep birlikteyken. Başımın üzerinden geçerken rüzgarını hissettiğim, tomadan çıkan biber gazlı kapsül bile o kadar korkutmadı beni o anda. Çünkü uzaklarda birisi benim için meraklanmaya başlamıştı.

Mayıs’ta gittiğim, her defasında beni heyecanlandıran ve kendine hayran bırakan İstanbul, bu sefer de bir ay öncesinde planlanmış şahane bir boğaz turunun ardından, tatlı bir ortak arkadaş karşılaşması, uzaktan da olsa, yeni birisini dahil etmişti hayatıma. İşte o, İstanbul’da Gezi Parkı’nda iken ben Tunalı’da, kapısını sığınmak gerekirse diye “çapulcu” lara açan, Divan Otelin önünde idim. Bir yandan kendime dikkat etmemi tembihlerken, bir yandan da Gezi Parkı’nda gördüklerini anlatıp oradaki ruhu mutlaka hissetmem gerektiğini söylüyordu.

İşleri toparlamış, akşamın planını yapmıştım. Bir yardım gecesi vardı, çocuklar için para toplanacaktı ve Karsu şarkı söyleyecekti. Gece yarısından önce bitmezdi. O sırada telefonum çaldı, arayan Hande idi. Eski Amerikalı, yeni Ankaralı arkadaşım, eski Ankaralı, yeni İstanbullu arkadaşımıza ziyarete gitmişti. Suadiye sahilden, beni arayıp “Gelmelisin” diyorlardı, “Şimdi denize bakıyoruz, hadi gel beraber bakalım.” Onlara “Gelemem.” dedim ilk önce. Ancak, bu cevaba kendim bile inanmadım. İçimde her daim var olan iyot kokulu mavi özlemi ve aklıma sokulmuş Gezi ruhunu yerinde görme gerekliliği ile henüz telefonu bile kapatamadan, zihnim, cevabımın tam tersi için olasılıkları araştırmaya başlamıştı. Gece bitince eve dönmek yerine yolda olma olasılığını mesela!

Bir anda bilgisayarı kapatıp çıktım ofisten. Arabaya gitmeden, dörtyolun köşesindeki Varan şubesinden bir İstanbul bileti aldım kendime. Hande’yi arayıp sabaha karşı orada olacağımı, kahvaltıdan sonra da kaçacağımı haber verdim. Sonra Yücel’le tanışmamızın mimarı Zerrin’i arayıp planımdan sözettim. Sürpriz olacaktı, onlar Gezi Parkı’na gideceklerdi ve benimle karşılaşacaklardı.

Eve gidip, gece ve ardından çıkacağım yol için hazırlandım. Böyle zamanlarda insanın içinde uçuşan kelebeklerin yarattığı hiç bitmeyecekmiş gibi bir kaynaktan fışkıran bir enerji ile hazırlanmak çok kolay oldu. Yola çıkmayı tasarlamadan önce yapacağım sürprizin, önce beni bu kadar heyecanlandırdığını farkedince de durup kendime şaşırdım. Bazı iyi şeyler insanın başına farketmeden geliyor. Fikret Kızılok’un şarkısındaki gibi… Kendime cevapsız soru sormuşum, kaybedip giderken fırtınalarda, gönlümce bir ıssız ada bulmuşum, farketmeden senin olmuşum…

 

Arzu Şenel

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu girin.
Lütfen adınızı giriniz