Kadın yaşını düşündü 63 yaşındaydı artık.
Yıllar önce çıkmış olduğu yolu, ideolojisini yarıda bırakmamak için elinden geldiğince mücadeleye devam etmeliydi; öyle de yapıyordu.
1 Mayıs 1977 Taksim’i en ince ayrıntısına kadar anımsıyordu. Ama böyle bir yazı kaleme almasına neden olan şey, daha ziyade 2013 yılında, Ankara’da katılmış olduğu 12 Eylül Mahkemesinde sanık avukatının yaşadıklarının tekrarını mahkemede sunmasıydı.
Kadın geçmişi düşünerek içini çekti; en güzel yaşlar, en güzel yıllar ve çoğu için yaşanmamış, alacaklı olduğumuz yıllar diye geçirdi.
Aradan geçen uzun yıllarda, çocuklarıyla arasında bir sorun yaşadığında, “küçüklüğümüzde seni yanımızda pek göremedik, sen siyaset yaptın” serzenişiyle karşılaşıyordu, pek çok arkadaşı gibi. Biraz da incinerek düşündü; bizim çocuklarımız sadece kendi yetiştirdiğimiz çocuklar değil diyemedi. Onlar da bütün bu yapılanlar sadece daha iyi bir dünya içindi, bizler içindi demediler. Elbette onların yaşı da kemale erince farklı düşüneceklerine inanıyordu. Ayrıca böyle bir beklenti içine girmemesi gerektiğinin ayırdına vardı. Dünyaya getirdiğimiz çocuklarımız da olsalar, onlarla ideolojik tercih farklılıklarımızın olması son derece doğaldı. Çocuklarla yaşadığı çelişkilerin, ırkçı ve dinci vb. ideolojiler arasındaki kadar geniş makaslar olmaması koşuluyla elbette kabul edilebilir ve normal olduğunu usul usul dile getirdi. Onlar gelişen teknolojinin yarattığı bireyler, bizler ise gençlik yıllarımızda el yordamıyla, daha çok da evde yapılan tartışmalarla, okuyarak en önemlisi yaşamın içinde yollarımızı bulmuştuk dedi. Sola, sosyalizme inanmış hiçbir kişinin bilerek toplumsal yanlışın içine girmeyeceğini düşündü; hatalar yolda yürürken ayağına takılan, ardı arkası kesilmeyen “çalı-çırpı” ve belki iç dünyanda yaşadığın yalnızlıktan da kaynaklı olabilirdi. Zaman zaman yanlış da yaptık ama bu yanlışlarımız çoğunlukla kendi dünyamızla sınırlı kaldı diyerek biraz kendini rahatlattı ve öyküsünü yazmaya koyuldu:
O GÜN; 1 Mayıs 1977
Tecrübe, hangi yaşta yaşanırsa yaşansın, bir acının veya acıların izidir. Bu iz belki de kalan sınırlı yıllarda sana hep ışık tutacaktır. Acıtacaktır, zorlayacaktır belki de ayakta tutacaktır.
Gelelim o özel, o hiçbir sahnesi gözümden gitmeyen güne ve hiçbirini unutamadığım dakikalara…
O günü, o yılları unutmak, içimdeki sızıyı birazcık azaltmak için bir gerekçe olabilirdi ama ben unutmak istemedim ve unutmadım; o muhteşem günleri tekrar yaşamak istedim; yıllarca yasaklanan 1 Mayıslarda, yasak olmadığı yıllarda da onda birini bile yaşatamayan 1 Mayıslarda… ’77’nin 1 Mayıs’ını biz de tekrar gerçekleştiremedik, yapamadık; sustuk, çekildik ve belki pek çok insan korktu, pek çok insan değişti, pek çok insan yeni yaşamlar kurdu.
Bundan sonrası… Geriye sadece o günün anıları kaldı.
Yıl, dedim ya 1977 ve ben çok genç bir anneyim o zamanlar. Dünyada her şeyden çok sevdiğim minicik bir kızım var; kıvırcık saçları, renkli gülen gözleri, hafif göbeğini anlatamam… Ne dayanılmaz bir sevgi.
İşte o ben, büyük bir heyecanla 1977 yılında TMMOB ile İstanbul’a gitmek üzere kızımdan ilk kez ayrılmıştım. Ne heyecan yaşanıyordu ama… Sırayla dizilmiş yüzlerce otobüs, bizler gibi öğrenciler, büyüklerimiz…
Hoştu heyecanımız; aslında heyecan değildi o günkü inançtı, inanç! İnancını yitirmeyenler devam ediyor geçmişi ve değerleri anımsamaya ve katkı koyabildiğince meydanda mücadeleye. Ah o inanmak, kararlı olmak neler yaptırır insana. Bana da 8 aylık kızımı bıraktırıp Taksim’e götürmüştü o inanç, 1977 yılında.
Bizim otobüslerde ön sıralara büyüklerimiz oturmuştu, şimdi o büyüklerden bazıları ile hala meydanlarda birlikteyiz, bazıları da alacağını alamadan çoktan farklı bir dünyanın devrini açtı.
Öyle kalabalıktı ki otobüs, sığamadık ve biz de 2 kişilik koltuğa 3 kişi oturduk. Liseden birlikte okuduğumuz Ayşe, Melih ve ben 2 kişilik koltuğun 3 kişisiydik. İnsan doluydu otobüs ama sıkışmıyorduk, insan kadar da döviz, pankart vardı.
BOLU DAĞI HEP SİSLİ Mİ OLUR?
Yemek için Bolu Dağında mola verecektik. Marşlar, türküler ve en önemlisi muhabbet inletiyordu otobüsü. Girdiğimiz mola yerindeki yiyecekler biz oradan ayrılırken tükenmişti, hatta bazı arkadaşlarımız hiçbir şey yememişti. Hani yanımızda ağabey, ablalar vardı ya onlar biraz daha hazırlıklı gelmişti, onların azıkları aç kalanlara dağıtıldı tekrar yola koyulduk. Sisten göz gözü görmüyordu ön sıralarda oturanlar yavaş yavaş uyumaya çalışıyorlardı ama ne mümkün; hiçbirinin uyuma şansı yoktu, biz hiç uyumadık, hiç kimseyi de uyutmadık. Ağabeyim Kamil de vardı otobüste; bu yolculuğa birlikte çıkmıştık.
İstanbul dünya tarihi ve dünya güzelliğinin şehri… Uygarlıkların, farklılıkların beraber yaşadığı dünya şehri, sana gelmiştik. Aramızda bu dünya şehrini ilk kez gören arkadaşlar vardı, köprüden geçerken kasıtlı olarak gürültüyü artırdık herkes uyansın ve bu güzelliği birlikte paylaşalım diye. Gün yeni ağarıyordu, hafif bir sis vardı boğazın üstünde ama bulutların altını hayal etmek de çok güzeldi. Gençtik ancak bütün bu güzellikleri de görüyorduk, farkındaydık. İstanbul’a ilk gelenler için otobüsün yer değişmesi durumunda nerelere gidileceği, buluşma yerlerinin bilgisi verildi. Otobüsler Beşiktaş iskelesine yakın bir yere bırakıldı ve bizler inmeye başladık otobüsten, ağabeyimin arkadaşları ve TMMOB’den benim tanıdığım (eşim Feridun Sungur nedeniyle) yakın arkadaşlarımdı. Daha doğrusu bu otobüslerle gelen herkesi neredeyse tanıyordum; biz gençler TMMOB’a gidip gelen öğrencilerdik. Büyüklerden çoğuyla ise eşimin oda yönetiminde olması nedeniyle samimiyetim vardı.
Otobüsten indikten sonra Teoman ağabey düştü önümüze. O anda karşımızda duran hafif yokuş olan bir yoldan Taksim meydanına girecektik. Buram buram bir ekmek kokusu sardı etrafı, insanın başını döndürüyordu cebimizdeki paralara bakarak sıcak ekmek, zeytin ve biraz kaşar aldık, bölüştük; o zaman bölüşme vardı. Anlatamam ne lezzetliydi o ekmek. Bir an aklıma kızım geldi; daha meme emiyordu o zamanlar, bedenim her annede olduğu gibi onun meme saatlerinde sinyal verirdi, öyle de oldu, bir an içim çekildi.
KIZIM UYANMIŞTIR
Canım kıvırcık saçlım uyanmıştır… Babası çok ilgiliydi, araları çok iyiydi. Yılın çok uzun zamanı Ankara’da olmadığı için 1 Mayıs’a İstanbul’a gitme sırasını bana o önermişti. Güvenerek çıkmıştım yola ama irkildim, içim üşüdü herhalde yaşanacakları hissetmiştim. Feridun’un yanımda olmaması nedeniyle bir saniye yalnız bırakmıyordu beni can dostlarım; biri gidiyor biri geliyordu yanıma. Teoman (Öztürk) ağabey ve eşi hiç ayrılmadık alana girene kadar. Teoman ağabeyin eşi ilk kez böylesi bir eyleme katılıyor biraz çabuk yoruluyor, üşüyor, acıkıyor ve bazen de şikâyet ediyordu Teoman ağabey büyük bir sabırla isteklerini yerine getiriyordu. Karınlar doymuştu meydandaki, o yıllarda tek tük olan kafeler çay içmek için ve tuvalet ihtiyacı için sıra bekleyen insanlarla dolmuştu. Adeta her yer daha sonraki yıllarda göreceğimiz kalabalık metro durağı gibiydi.
Zaman yavaş yavaş ilerliyordu ancak biz daha hareket edememiştik. O yıllarda cep telefonu yoktu tabii; arkadaşlar tabanvayla ön tarafa gidip gelip haberleri getiriyorlardı bize. Sadece müthiş bir kalabalığın olduğunu ve bizleri beklediğini biliyorduk.
Hareket edip alana vardığımızda saat 15.30 olmuştu. Taksim Meydanı hayalimizdi, gençlik inancımızın yıllardır beklediği ve bugün şahit olduğu kavgamızın birliğiydi. Eğer o günden bugüne kalan acı hatıralarla dolu resimler ve o muhteşem kürsünün olduğu fotoğraf olmasaydı düşlemek ve anlatmak mümkün değildi.
BURASI TAKSİM MEYDANI MIYDI, YOKSA KIZIL MEYDAN MI?
Daha sonraki yıllar böylesi bir güzellik görmedik. Korktular bu fotoğraftan ve harekete geçtiler.
Kimler yoktu ki alanda; sanatçılar, kadınlar, gençler, yaşlı kararlı komünistler, çocuklar vardı meydanda çocuklar! Dikkatimi bir sürü sanatçı çekmişti ama belki ilk kez ve bir kez oraya giden biri vardı o zamanların Cüneyt Arkın’ı; beyaz bir takım elbise vardı üzerinde elinde de Cumhuriyet gazetesi, kalabalık bir gruptular. Tarık Akan’ı anımsıyorum; sinemacılar… Pankartlarıyla gelmişti beyazperde. Daha sonra hiç duymadım sinemacıları böylesi bir eylemde. Demek o gün Taksim Meydanı gerçekten Kızıl Meydandı.
KIZIM NE YAPIYORDU ACABA?
Davullar, zurnalar, halaylar, renkler, allar vardı meydanda allar! Konuşmalar başladığında saat herhalde 17.00 olmuştu. Kalabalık dalgalanıyordu, konuşma her yerden duyuluyordu ama coşku artık alana sığmıyor, taşıyordu.
Birden bir şey oldu… Çok iyi anımsayamıyorum; yerde yatıyordum. Üzerimden 2-3 kişinin geçtiğini anımsıyorum. Yerdeyken her iki kolumdan da birer kişi tuttu, biri ağabeyim diğeri Ersin’di, beni hızla kaldırıp savurdular. Ben de akıp giden kalabalıkla akıyordum, neresi olduğunu bilmediğim bir yolda. Kafamızın üzerinde adeta arı kovanına çomak sokulmuş ve arılar dağılmış gibi bir uğultudur gidiyordu. Bir an sonlarda kaldığımı gördüm ve fırsat bulup geriye baktım, bu kovanlar, arkamızdaki azametli büyük otelden geliyordu ve çok yakınımızdan geçiyordu vızır vızır. Demek ki o tarafa daha yakındım. Hızlandık ağabeyimle, bir duvar vardı önümüzde, oradan atlayıp caddeye devam edeceğiz. Oda’nın yerini biliyordu o, oraya gidecektik. Kafamı kaldırdım, karşıya doğru baktığımda Medet ve Ersin’in duvarın üzerine çıkmış etrafa bakındıklarını gördüm; delirmişlerdi herhalde çünkü kovan dağılmıştı ya, etraf arıyla dolmuştu. Çekip onları indirdik duvardan “ne yapıyorsunuz” diye sorduğumuzda “nereden ateşi edildiğine bakıyoruz” dediler, bu şuursuz bir haldi.
Şimdi bir maraton başlamıştı; o ara kızım aklıma gelmedi, şimdi anımsayınca gözüm doluyor. Artık arkamıza bakamıyorduk çünkü tam bir can pazarına dönmüştü Taksim Meydanı. Ara sokaklara dağılan insanlar polis arabalarıyla geri püskürtülüyordu; koca caddelerden insanlar akıyordu nereye aktıklarını bilemeden… Diğer arkadaşlarımız biraz orada kalacaklarını söylediler. Biz ise cebimizdeki biraz paraya güvenerek, sonradan Divan Otel olduğunu öğrendiğim bir otelden içeri girip çay içeriz diye otelin kapısına yöneldik. Kapıdaki görevli, kraldan çok kralcı tavrıyla bize saldırdı; öyle bir kovalıyordu ki biz epey süre soluksuz İnşaat Mühendisleri Odası’na doğru koştuk. Halaskargazi Caddesindeki Oda’ya gittiğimizde karşılaştığımız manzara çok kötüydü; kapı duvar olmuştu, açılmadı. Düşünmediğimiz bir durumdu, böyle bir olay yaşanacağı. Tek bir adres almıştık yanımıza, odanın altındaki pastanede oturup zaman geçirdik bir süre. Siren sesleri azaldı, caddeden aşağı doğru akan 1 Mayıs kalabalığı yerini caddenin asıl sahiplerine bırakmıştı. Artık geçen dakikalarla, olanlarla yüzleşme zamanı yaklaşıyordu; otobüsleri bıraktığımız yere doğru gitmeye başladık. Ulaştığımızda tek tük insanlar vardı. Birbirimizden haber almaya çalışıyorduk. Söylenilen saate kadar bekledik. Bizim otobüsümüz dolmuştu, diğerleri de büyük ölçüde doldu ama hala yüzleşmemiştik yaşadıklarımızla. Hareket saati gelmişti en doğru haberi alacağımız yer artık otobüsün radyosuydu ve açtık radyoyu heyecanla anlatıyordu spiker; 1 Mayıs Kutlamalarının yapıldığı Taksim Meydanında olay çıktı diyordu ve saymaya başlamıştı, 1 ölü, 2 ölü ve devam etti…
Gelirken yaşadığımız mutluluk ve heyecanın yerini kuşku, korku, acı ve isyan sarmıştı ama ne çare döndük. Bıraktık bir sürü duygumuzu, gömdük Taksim Meydanının asfaltının altına ve yola koyulduk. Gelirken o heyecanla içeri girip yiyip içtiğimiz yerde sadece tuvalet ihtiyacı olanlar için duruldu, yol uzadı, karardı, sis arttı.. Dönüş, adeta patlayan bir yanardağın muhteşem görüntüsünün ardından yakıp yıktığı köylerin hali gibiydi, omuzlarımız düşmüştü.
Kızım geldi aklıma ama şehre girdiğimiz zaman gün ağarmıştı. Otobüslerden Kızılay’da TMMOB’nin olduğu yere yakın bir yerde indirdiler, dolmuşla eve doğru gitmek üzere tekrar yola çıktık.
Eve vardığımda, kızım babasının giydirdiği tertemiz yeşil fanila ve külotuyla yatağında yüzükoyun yatmış, mışıl mışıl uyuyordu. Belki ilk defa uyandırdım onu uykudan; sarıldım, kokladım, içim acıdı. Kavuşmak da varmış, dostları Taksim’de bırakmak da… Çok merak etmişlerdi bizimle giden arkadaşların aileleri; bize gelenler olmuştu, bir haber alabilmek umuduyla…
O günlerden sonra çok düşündüm bazı şeyleri… Unutamadığım anılarımdan biri de, otelin kapısından bizi kovalayan otelin güvenlik görevlisiydi; oysa biz onun için de gelmiştik Taksim Meydanına. Ona anlatamamış mıydık kendimizi, neydi adamın bize olan öfkesi?
Bir de kızımın kokusu.
İşte o gün bugündür Taksim’de Kızıl Meydanı bir daha yaşamadık, sadece Kızıl Meydanı değil o birliği, o dayanışmayı ve o direnci…
Böylesi bir anıyı çeşitli tahlillerle, ilavelerle karıştırıp daha siyasi yapmayı düşünmüyorum; yazılabilir bir sürü değerlendirme ama bunlar benim duygumdu, bugüne kadar getirdiğim ve hep taşıyacağım, acım, kavuşmam, yalnızlığım….. Ve ayrılış dostlardan, yoldaşlardan.
Emel Sungur Uzman
Ankara, 1 MAYIS 2021
1 Mayıs bayram mıdır ’77 Taksim 1 Mayıs’ını yaşayanlara… Aradan geçen 44 yılın o sızıyı dindirmediğini anlıyoruz; özlem var gençliğe, o idealizme, umuda, dayanışmaya, coşkuya ama sızı olduğu yerde duruyor. Gelincikler yine açıyor 1 Mayıslarda…