Bir gün annemin telefonda “Kızım, Gülten sizlere ömür, başın sağ olsun,” gibi bir şey dediğini hatırlıyorum sadece. Sonrası? 

Sonra teselli edici bir şeyler de söylemişti galiba. O an, ben neredeydim, nasıl bir gündü, ağladım mı, cenazesine gittim mi, mezarına gittim mi, hiçbir kare gelmiyor gözümün önüne nedense. 

Oysa kendimi hazırlamış olmam gerekirdi bu habere. Aylar evvel, “Kızım Gülten çok hastaymış; ne olduysa aniden bitkisel hayata girdiğini söylüyorlar,” demişti annem. Yanına pek ziyaretçi almıyorlarmış, sadece ablası girebiliyormuş. Bunların hiçbirine inanmamıştım. Yok canım, daha neler! Daha doğrusu duymamış gibi yapmıştım. Gerçek olamazdı. Annem her zamanki gibi abartıyor olmalıydı. “Bari bir ziyaretine gitsen, belki bir iki dakika görmene izin verirler,” diye teşvik etmeye çalıştıkça, ben yine geçiştiriyordum, unutuyordum… Ya da algılamıyordum söylediklerini. 

Gülten ve ölüm! 

O incecik, güzel kız, gözleri ışıldayan kıvırcık saçlı, hafif çilli çılgın kız ölmüş müydü? Türkçesi söyleyeceklerine yetmediğinde gülümseyerek başını iki yana sallayan, her şeyi gözleriyle anlatan, o zamana dek hiç rastlamadığım kadar asil, hem de yaşadıkları gerçekliğe şikâyet etmeden boyun eğerken asaletini yitirmeyen, o can insan gitmiş miydi? 

1978’in umutsuz ve karanlık günlerinde onlar için bir hayal ülkesi olan Türkiye’ye göçmüşlerdi ailesiyle, demir perde Bulgaristan’ından. Bizim alt daireyi kiraladılar. Yeni gelmiş göçmen şivesiyle konuşmaları, hep gülümsemeleriyle çok farklıydılar diğer komşulardan. Sevinçli, heyecanlıydılar. Gökkuşağını geçmişlerdi sanki. Ülkemizde olup bitenlerin pek farkında değillerdi henüz. Biz de pek değilmişiz aslında. “Burası cennet!” diyorlardı, sonradan cehennemleri olacağını bilmeden. 

Üç kızın en küçüğüydü Gülten. İki aile çabucak kaynaştık. Onlar bambaşka bir dünyadan, kültürden geliyorlardı. Gülten benim arkadaşım, kardeşim, başka bir dünyayı anlatan bir masal prensesiydi. Orada gençlerin, özellikle kızların eşitliği ve özgürlüğü bizden çok ileriydi anlaşılan. Hatta evlilikte evin reisi kadın gibi görünüyordu, beraber oturdukları ablası ve eniştesinin, anne-babasının ilişkisine bakılırsa. Ablası, düğün fotoğraflarında karnı burnunda görünüyordu, biraz şaşırmıştık doğrusu. Onlar gülüyorlardı, bir şakaymış gibi. Meğer normalmiş oralarda; gençler birlikte yaşayarak evliliğe karar veriyorlarmış, yoksa nasıl bileceklermiş doğru seçim yapıp yapmadıklarını. Gitgide daha tutucu hale gelen otuz yıl evvelki mahallemizde, bu olur şey değildi.

Bazen sabahlara kadar sohbet ederdik. İşe girmiştim o sene, fakültemiz boykotlar nedeniyle aylarca kapatılınca.  İş, okul, anarşi, terör boykotlar, faili meçhul cinayetler derken korku içinde geçiyordu günler, özellikle gençler için. Gençtik ve suçluyduk sanki. Trenlerde gidip gelirken jandarma aramalarının hedefi bizdik. Okulda polislerin sadistçe yasaklarının kurbanı yine bizdik. Laf atmalar, tacizler yaşamın bir parçasıydı zaten. Bu gergin günlerin akşamlarını iple çekiyordum. Alelacele yenen yemeklerden sonra anne-babalarımız bir evde toplanırdı, biz gençler diğerinde. Gelsin Bulgaristan’ın ev yapımı meyve şarapları, boğma rakıları, peynirleri, konserveleri, sohbetler, kahkahalar… Onlarla dünyamız değişmişti bizim de. 

Ancak aylar geçtikçe hayallerindeki ülkenin yaldızları dökülmeye başlamıştı onlar için de; hayat pahalıydı, satacak malları kalmamıştı. Babaları iş bulmuştu bir yerde, düşük bir ücretle. İşten geliyor suni deri çantalar dikiyor, pazarlarda satıyordu. Gülten zar-zor, yakındaki sünger yatak fabrikasında bir sekreterlik işi buldu. 

İşe gelip giderken yolda olanlara çok şaşırıyordu. Kendisine laf atan erkeklere dönüp “affedersiniz, anlayamadım, benim Türkçem pek iyi değil de,” gibi şeyler söylüyordu. Şaka değildi, gerçekten anlamıyordu erkeklerin genç kızlara neden bu kadar kötü söz söylediklerini. 

Kıvırcık açık kahve saçları, ışıltılı bal rengine çalan ela gözleri, çilli al yanakları, doğuştan boyanmış gibi küçük bebek dudakları, minicik elleri ve ayaklarıyla, kısaya yakın orta boylu bir dünya güzeli gibi görünürdü bana. Hiç Türkçe eğitim almamasına, ilk defa Latin alfabesiyle karşılaşmasına rağmen kısa zamanda daktilo öğrenip iş mektupları yazacak, telefonlara bakacak, müdürün randevularını ayarlayacak duruma gelmişti. İyi derecede bildiği yabancı dili, o zamanlar hiçbir işe yaramayan Rusça idi ne yazık ki. 

Çalıştığı şirketteki bir yöneticinin Gülten’in bu rahat ve önyargısız halinden yararlanmaya çalıştığını, onunla gönül eğlendirmek için üzerine düştüğünü ve elde etmeye çalıştığını hissediyordum. Ama o bunu hiç anlayamıyordu. Sonradan sanırım acı bir şekilde öğrendi, kalbi kırıldı. 

Onunla arkadaş olmaktan hep mutluluk duydum. Çılgındı bana göre. Aklıma hayalime gelmeyecek şeylerden söz ediyordu. Ben onunla kıyaslandığında yetmişlik nine gibiydim. Çok ciddi ve ağırbaşlı olduğumu söylüyordu.  Ne olacaktım ki? Gitgide tutuculaşan, herkesin birbirini izlediği o mahallede, komşular ne der korkusuyla yaşayan bir ailedeydik biz.  Okula gönderilmem ödüldü; bununla yetinip, büyüklerim ne buyuruyorsa yapmalıydım. Eve sağ-salim dönebildiğime şükrederek yaşıyordum, o “anarşinin” sokaklarda kol gezdiği ortamda. Ev-iş-okul dışında bir hayatım yoktu. Alternatifi, diğer kızlar gibi evde oturmak, çeyiz düzmek ve iyi bir kısmet çıkması için uzak-yakın, komşu-ahbap teyzelerin gözüne girmekti. Oysa Gülten’in kimse umurunda değildi. O bir kelebekti. 

Onlarla geçirdiğimiz mutlu zamanlar hızla gelip geçti. Geldiklerinin ertesi senesi nineleri yatağa düştü birkaç ay içinde öldü. Yaşlıydı dedik, yıkadık, sardık, gömdük. Unuttuk. Oysa ertesi yıl annesinin siroz olduğu anlaşılınca hayat değişti, ekşileşti. O dağ gibi kadın gün gün eridi, karnı şişti. Bir iki sene içinde öldü. Peşinden bir sene sonra, iki çocuklu güzeller güzeli ablası basit bir ameliyat sonrasında, hastanede günü geçmiş antibiyotik verilmesi sonucu aniden öldü. Daha otuz dokuz yaşındaydı. 

Bu ölümlerden sonra Etimesgut’tan Sincan’a taşınmışlardı. Gülten’in iş yerinden biriyle evlendiğini söylediler. Sonrasında kocası işten çıkmış, düğünlerde saz çalıyormuş. “At hırsızı kılıklı herif, kahveden beri gelmiyormuş, Gülten kahroluyormuş” diyordu annem.  O masal prensesi gibi güzel kızın bunları yaşayabileceğine inanamıyordum bir türlü. 

Bir oğlu olmuş, bakacak kimsesi olmadığından işi bırakmış Gülten. Babasının varını-yoğuna katarak aldığı, Sincan’ın ücra bir yerindeki apartman dairesinde beraber oturuyor, sadece onun emekli maaşıyla geçiniyorlarmış. 

Bir gün babasının ölüm haberi geldi. Hemen yollara düştük. Ona buna sora sora zor bulduk evlerini. Gülten yatıyordu. Yorganı kafasının üstüne kadar çekmişti. Konu komşu doluşmuştu. “Bak Meral geldi,” dediler. Başını çıkardı, alnına bir tülbent bağlamıştı. Çökmüştü, yüzü iyice küçülmüş, gözleri kaybolmuş gibiydi. Gövdesini göremedim. İnleyen bir sesle, “Işık gözlerimi acıtıyor, bakamıyorum, karanlık istiyorum, kusura bakma,” dedi ve yorganı başına çekti. Onu öyle görmemi istemiyordu. Bu onu son görüşüm oldu. 

Ölümünden sonra ablası Vildan ile görüştüm. Nasıl ölmüştü? 

Babası öldükten sonra hiç iyileşememiş zaten. Ciğerleri su toplamış. Sigara içmeye devam ediyormuş. Kocası eve pek bakmıyormuş. Babasının da maaşı kesilince iyice yoksulluğa düşmüş. Tahlil için ciğerlerinden su alacağız, yarın gel ama yanında birisi olsun demişler. Kocasına söylemiş, hiç oralı olmamış. Kendi başına gitmiş hastaneye. Bir kahve bir sigara içmiş aç karna, sırasını beklerken. Lokal anestezi ile numuneyi almışlar ve gidebilirsin demişler yedinci katta.  Asansörle aşağıya inmiş ve yığılmış kalmış oracıkta. Yukarı çıkarana kadar beyin ölümü gerçekleşmiş. Oksijen gitmemiş beynine. O halde yoğun bakıma almışlar ama dönüşü yok diye bir müddet sonra alın hastanızı evinizde bakın demişler ablasına. 

“Onu siz bu hale getirdiniz, siz bakmak zorundasınız,” diye tehdit etmiş Vildan.  O sayede kalabilmiş hastanede Gülten. Ablası aylarca İstanbul’dan gelip gitmiş her hafta sonu. Gözleri açıkmış ama ifade yokmuş yüzünde, kımıldayamıyormuş, boş boş bakıyormuş. Ona kitaplar okumuş, konuşmuş, kızlarından, İstanbul’daki hayatından haberler vermiş. Saçlarını yıkamış, taramış, bakımını yapmış. Her seferinde “Geri dön kardeşim, benim senden başka yakınım kalmadı, sen gidersen ben nasıl yaşarım,” demiş, onu ne kadar sevdiğini, artık hiç yalnız bırakmayacağını söylemiş ama nafile… Gözlerini bile oynatmıyormuş. 

Aylar sonra Vildan da gelip gitmekten, umutsuzluktan, hastane yetkililerinin baskısından yorulmuş ve demiş ki “Bak Gülten geri geleceksen lütfen artık dön, yok artık buna gücün yoksa ve ben seni bırakmadığım için dayanıyorsan, gidebilirsin, artık ölmene ben de izin veriyorum. Senin bu halde kalmanı istemeye hakkım yok.” Bunun üzerine gözlerini oynatır gibi olmuş. Bir kımıldama görmüş sanki ellerinde. Heyecanla doktorları çağırmaya koşmuş koridorlarda… Döndüklerinde Gülten nefes almıyormuş artık. Gözleri hala açıkmış. 

Aradan neredeyse on beş yıl geçti. Ara sıra rüyamda görürüm Gülten’i. Hep aynı rüya:

Gülten hala yirmili yaşlarındaki gibi; omuzlarına dökülen kıvırcık saçları, bebek yüzüyle, minyatür bir dünya güzeli yine. Annesinin diktiği çiçekli elbisesini giymiş, MİNİ marka, kendisine benzeyen mini minnacık arabasından inerek beni karşılıyor, daha evvel hiç görmediğim Sofya’nın büyük taş binalarının önünden geçen geniş tenha caddelerinden birinde. Birbirimize doğru koşuyoruz ve kucaklaşıyoruz. “Biliyordum! Biliyordum ölmediğini! Sen herkesi kandırdın, çılgın parmak çocuk! Kaçtığını tahmin etmeliydim, çünkü sen buralara aitsin!” diyorum. Gülümsüyor, her zamanki gibi.

Bu kadar uzun konuşabiliyor muyum, bilmiyorum ama bunları söylüyorum gibi geliyor; içimde yıllardır biriken sözleri. Uyanıyorum. Bakıyorum ki rüyaymış. Ama olsun, yine mutlu oluyorum, o gün Gülten’i gördüm diye. Sevinçten içim içime sığmıyor.

Meral Çiyan Şenerdi

26 Kasım 2007 

Ankara 

4 YORUMLAR

  1. Meralciğim, Gülten’i yakından tanıyan birisi olarak ben de gözlerim yaşararak öyküyü okudum. Ellerine sağlık. Gültene’de Allah rahmet eylesin.

  2. Ah Gülten çigim,benim. Anılarımda hep güler yüzlü şakacı,hareketli olarak var. Hayat hikayesini bilmiyordum. Ağladım.agladim.cok hüzünlü bir son,

  3. Çok acıklı bir yaşam hikayesini nasıl bu kadar acıklı anlatmışsın ki Meral’cim film seyreder gibi yüreğim cız ederek gözümde her mekanı canlandırarak okudum. Bu acıklı hayatı ruhumuzun derinliklerine inerek bize yaşattın.
    Çok etkilendim. Böyle ne kadar çok aile hikayesi var kaybolan. Ama senin sayende Meral’cim Gülten’in hikayesi kaybolmadı, en azından sende ve şimdi bizde yaşıyor..
    artık biz de bir Gülten biliyoruz.

Hakkı Yılmaz Çiyan için bir cevap yazın İptal

Lütfen yorumunuzu girin.
Lütfen adınızı giriniz