Zaman; çoktan akrep ve yelkovanı aşmış, sanki tüm saatlerin çemberlerini kırmış, kendince ağır ağır yayılıyor. Koyu kıvamda bir sıvının, yerde yayılma yavaşlığında ilerliyor. “Anı” ifade eden bir sayı yok bizim için bugünlerde… “Saat bilmem kaç” yok. Gece var, gündüz var! Yağmur var, rüzgâr var… Sıcak ya da soğuk! Ama örneğin “saat 14.30’un hiçbir anlamı yok bizim için.
Zaman, yavaş yavaş her anımıza nüfuz edip o “anı” istediği kadar uzatarak, sindire sindire, kendisine yakışır bir biçimde akıyor… Hiç böylesini bilmiyorduk değil mi?
“Can sıkıntısını” da hiç böyle bilmiyorduk. Sürekli, ezbere yapmak zorunda olduğumuz işler olduğu için; sadece hayatta kalmak ve yapmayı sevdiğimiz şeyleri çoktaan yitirmiştik!
Öylece kendi kendimize kalıverince; önce uzun uzun bedenimize baktık. Hasta mıyız diye? Hasta olmadığımızı görünce, hani nicedir unuttuğumuz, unutarak yaşamayı tercih ettiğimiz ÖLÜM, tüm çıplaklığıyla geldi oturdu karşımıza. Artık o kadar gerçek ve yanı başımızdaydı ki, yaşamımızdaki her şeye o, yanımızdayken bir daha baktık… Ağaçlar ne kadar yeşil, deniz ne kadar güzeldi… Hatta yaşam ne kadar, ne kadar değerli ve muhteşemdi… İliklerimize kadar hissettik bunu ve unuttuğumuz her gün için kendimize kızdık.
Bununla da kalmadı; öylece kendi kendimize uzun süre kalıverince, korkarak ruhumuza bakmaya başladık; ruhumuzun derinliklerine! Yıllardır hiç bakmadığımız için kararmış ruhumuza gözlerimizi diktik bu sefer. Asıl bundan sonra olanlar oldu!
Gözlerimizi gören ruhumuz önce bir aydınlandı, sonra orada kaybolmuş, unutulmuş, ölmeye yüz tutmuş yaratıcı cinlerimiz fırlayıverdi ışıktan… Veee gözlerimizin önünde zıplamaya, dans etmeye başladılar!
Şimdi, kimi yaratıcı cinlerimiz çalışma masamızın üzerinde dans edip yazdırıyor, çizdiriyor, müzik yaptırıyor. Kimi yaratıcı cinler mutfak tezgâhlarımızın üzerinde! “Ekmeği sadece fırından alınır” sanırken, zıpır zıpır bizzat bize yaptırıyor. Yaşamımız yaratıcı cinlerimizin sayesinde öyle şenlikli bir hal aldı ki, bize sunulan ve düşünmeden yaşadığımız bir hayat yerine, cinlerimizle el ele ruhumuzu yaşar olduk!
Artık sadece tüketmiş olmak için değil, ihtiyacımız olanı alıyoruz. Gün içerisinde acil yapmamız gereken işler yok, yapmaktan hoşlandığımız şeyleri uzun uzun, sindire sindire yapmak ve yaratmak var!
Bol bol düşünmek, yazmak, çizmek, resim-seramik yapmak, bahçeyle uğraşmak, yürümek, koşmak, güzel yemekler yapmak, müzik, sinema, kitap… Dijital çağ sayesinde evlerimize sinema salonları, tiyatro sahneleri kuruluyor…
Ve biz…
Ruhumuzun derinliklerine bakmayı, oradaki yaratıcı cinleri çıkarmayı öğreniyoruz.
Ruhumuzun derinliklerine bakıp aydınlatınca yaralarımızı da görüyoruz tabii.. Eski sevdalar, çok değerli fakat unutulmuş dostluklar, bizi yaralayan ya da mutlandıran anılar… Hepsini tek tek bugünün gözleriyle, tekrar gözden geçiriyoruz.
Hal böyle olunca çevremize de bakıyoruz, zamanımız bol çünkü… Sosyal mesafeler, “duygusal mesafeleri” de getirebiliyor… Çok yakınımızda olduğunu, canciğer kuzu sarması olduğunuzu düşündükleriniz, bir bakmışsınız çok uzaklarda. Sosyal mesafenin de ötesinde… O çok hızlı yaşarken, yanınız yörenizde olduğunu fark etmedikleriniz de, bir bakmışsınız duygusal mesafe falan dinlemeyip taa içinizde!
Ruh aydınlanınca bakın neler oluyor? Baktığınız çevrenizde de taşlar yerinden oynuyor, sarsılıyor, giden gidiyor vee o eski çevreniz yepyeni bir çehreye bürünüyor.
Bu sözlerimi, karantinanın elli küsurlu günlerinde buraya bir bırakayım dedim. Çok hızlı, bize sunulan hayatları tekrar yaşamaya başladığımızda; ruhumuza, derinliklerine, orada unutuluveren yaratıcı cinlere, bireysel tarihçemize, aslında neye ihtiyacımız olduğuna bakmayı unutmayalım diye…
Sevgi ve sağlıkla kalın…
GÖKÇE YILMAZ
03.05.2020