Son virajı dönünce gözleri kamaştı birden. Mart güneşi, usulca yuvasına kaçarken, denizi sarıdan kızıla gün batımının sayısız renklerine boyuyordu.

Bir an nefesi kesildi Engin’in, bu zapt edilemez güzellik karşında. Ani bir hareketle  arabasını sağdaki seyir  terasına çekti, durdurdu motoru, indi. Her saniye değişen manzarayı içine çekmek istercesine derin derin nefesler  aldı. Renklerin deniz üstündeki sessiz dansını gözleri yarı kapalı seyretti uzun uzun. İşte Kaş, Beş Adalar, Yarımada ayaklarının altındaydı. Meis Adası gerçekten kaşın altındaki bir göz gibi karşısında duruyordu. Yarımadadaki evleri zar zor görebildi.

Kaş’a her gelişlerinde ne çok ısrar ederdi Ferda, burada birkaç dakika durmak için. Onca uzun ve virajlı yoldan sonra kendisi için de bir ödüldü aslında  burası ama yine de biraz nazlanmak, Ferda’yı uğraştırmak hoşuna giderdi. Her defasında cennete gelmiş gibi hissederlerdi. Zaten bu sevdayla Yarımadadaki arsayı, daha doğrusu kayalığı almışlar; gönüllerine ve doğaya uygun bir ev yapmanın yıllarca hayalini kurmuşlardı.  

Burayı ne kadar çok sevdiğini, özlediğini ince bir sızıyla hatırladı Engin. Elinden kaçırdığı bir sevgiliyi  aniden görmüş gibi sevinç ve kaybetme duyguları birbirine karıştı, çalkalandı yüreğinde. Her güzelliğin, içinde bir parça hüzün barındırdığı doğruydu ama bu hüzünden daha derin ve can yakıcıydı. Aylardır bastırmaya, baş etmeye çalıştığı tüm acıları  yine burnundan gözlerine yükseliyor ve yine kontrolünden çıkıyordu neredeyse.

Kızıllık iyiden iyiye koyulaşmıştı. Arabasına bindi,  kıvrıla kıvrıla  inen yola koyuldu. Camları açtı, bahar kokularını buyur etti içeriye.

Dün akşam o telefon görüşmesinden sonra çok az uyumuş, sabahı zor etmiş, erkenden yola çıkmıştı. Yorgundu… Üzgündü… Gün batımı  yalnızlık duygusunu iyice körükledi. Önce, pansiyona yerleşip  bu zor saatleri  uykuya sığınarak geçirmeyi düşündü. Ama vakit kaybetmeden gidip evine bakmalıydı.

Şu telefon eden adamın dedikleri doğruysa, birkaç zamandır mutfak penceresinden mum ışığı gibi titrek bir ışık görünüyormuş. Gelirken yolda da hep bunu düşünmüştü. Ne olabilirdi?

Bu mevsimde  Yarımada tenha olurdu. Hele akşamları inşaatlar paydos edilince iyice ıssızlaşırdı. Acaba bir inşaat işçisi veya bir evsiz mi sığınıyordu evine? Olabilirdi. Evin inşaatı sırasında bu insanların durumlarını, daha doğrusu yoksulluklarını yakından görmüştü. Köylerine üç-beş kuruş fazla para götürebilmek için ne kadar elverişsiz yaşam koşullarına katlanıyorlardı.

Komşu villanın sahibi Jale Hanımlara bir anahtar bırakmışlardı, ama onlar da bu aylarda pek gelmezlerdi. Yazın bahçeyle ilgilenmişler, hatta ara sıra arayarak, buraya gelmesi, yerleşmesi için teşvik etmişlerdi. O günlerde değil yerleşmek,  buraları görmeye dayanacak hali yoktu. Satıp kurtulmak, böylece her şeyi unutmak istiyordu. Komşularından eve bir satılık ilanı asmalarını rica etmişti ama pek de arayan soran olmamıştı.

Bunları düşünürken  Menekşe Pansiyonun önüne geldiğini fark etti. Durmuştu bile.  Gülümsedi. Alışkanlık, yine bilinci yenmişti işte. Yaz kış açık birkaç yerden biriydi burası. Yıllardır gide-gele Menekşe Hanım ve kızları ile  akraba gibi olmuşlardı. Yazın begonvillerin, yaseminlerin gölgelediği terasta  müşterileriyle birlikte kahvaltı ederler, akşamları birlikte  televizyon seyrederlerdi. Pencerelerdeki el örgüsü kalın dantel perdeler, kanaviçe işli bembeyaz örtüler, ona hep anneannesinin evinde geçen mutlu yaz günlerini hatırlatırdı.

Engin, tanıdık bir insan görmek istediğini, bir dost sıcaklığı aradığını o anda fark etti. Bir yandan da evine gitmesi, o ışığın esrarını çözmesi lazımdı. Yanında iyi hissedeceği biri olsaydı şimdi keşke. Biraz korkuyor muydu yoksa, istemediği bir durumla karşılaşmaktan? Bir tatsızlık çıkmasından belki bir çatışma yaşamaktan… Belki de başına bir şey gelecek olursa birilerinin nerede olduğunu bilmesini istiyordu. Yoksa, karısının ruhunun oralarda dolaştığını mı düşünüyordu için için?

Arabadan inecek gücü bulamadı kendinde. Ferda’nın hastalığı çıkınca apar  topar ayrılmışlardı Pansiyondan. Bir daha da gelememişti. Başsağlığı için aradıklarında görüşmüşlerdi en son. Bu, aylar önceydi. Şimdi karşılaştıklarında  aynı konuşmaların yapılması kaçınılmazdı. Bunu göze alamadı, motoru çalıştırıp Yarımadaya doğru sürdü arabayı.

Dakikalar içinde İnceboğaz’a vardı ve orada durdu biraz. Dün akşam arayan adam… Ne garip, adını bile sormamıştı. “Kaş’ta satılık yazan villanız…” deyince allak bullak olmuştu. Şimdi bir bakıma ona muhtaçtı. Yalnız gitmek istemiyordu evine. Yıllar içinde Kaşlılardan birkaç ahbap edinmişti; bunlardan  birini çağırabilirdi belki. Hemen vazgeçti bu fikrinden; tanıdık biri olsun istemedi yanında. En uygunu yine telefondaki adamdı. Aradı. Cevdet Bey, adı buymuş, zaten Yarımada’daymış. “Hemen gelirim, ben de merak ediyorum doğrusu” dedi heyecanla.  Biraz rahatladı Engin.

Birkaç dakika sonra vardı evine. İlk anda “satılık” yazısı gözüne çarptı.  Çevreye ve yerel mimariye uygun olması için kılı kırk yararak yaptırdığı eve hiç yakışmamıştı bu muşamba ilan.  Arabanın içinde öylece kalakaldı. İşte hayallerinin evi karşısındaydı. Ya hayal yoldaşı, karısı, sevgilisi, herşeyi… Birisi camını tıklatınca irkildi. İndi arabadan ister istemez. Tanıştılar.

Güneşin denizdeki ışıltıları kaybolmuş, gölgeler  koyu mavi akşamüstüne yenik düşmüştü. Ferda’nın, evin etrafına ve yürüyüş yollarına diktiği lambaların ışıkları  görünür olmuştu. “Çalınır bunlar,” diyerek ona nasıl muhalefet ettiğini hatırladı. 

Cevdet iyi niyetli birine benziyordu. Yakındaki otelin müdürüymüş. Her gün işine gelip giderken göz ucuyla bir bakarmış villaya. Hatta eşiyle satın alma hayalleri kurmuşlar. Ama almaya güçleri yetmez diye vazgeçmişler. “Belki de bizim öykümüzü duyunca vazgeçmişlerdir” diye geçirdi Engin içinden.

Cevdet Bey haklıydı; mutfak penceresinden belli belirsiz titrek bir ışık görünüyordu. Başka bir tuhaflık daha vardı. Sanki bir değişiklik olmuştu ama neydi? Yanlarındaki otelin cangıl gibi duran bahçesi seyreltilmiş görünüyordu.  Cevdet Bey’in dediğine göre, havuzun çevresine  daha fazla şezlong koymak için bazı ağaçları kestirmişti otelin yeni sahipleri.

Dikkatlice bakınca kendi taraflarına doğru uzayan o güzelim manolya ağacının da kesilmiş olduğu fark etti Engin. İçi burkuldu. Ferda ne kadar severdi o ağacı. “Bu benim arkadaşım, şemsiyem, parfümüm, can şenliğim,” derdi. Engin bunları düşünürken “Ne yazık!” diyebildi sayıklarcasına…

İlkin mutfak tarafına doğru yürüdüler. Evet, içeride bir mum yanıyor gibiydi. Evin çevresini dolaşarak açık kapı, pencere olup olmadığını kontrol ettiler.  Hafif bir ürperti duydu Engin. İçeride biri varsa, nasıl girmişti? Ya karşılaşırlarsa? Eve girmekten vazgeçmeyi düşündü bir an. Her şey olduğu gibi kalmalıydı. Her kim girmişse yaşayıp dursundu orada.  Müdahale etmek istemiyordu hiçbir şeye.

Kapıya vardılar. Elinde anahtar, durakladı; tam taşınacakları sırada olanlar… Ferda’nın ruhu buralarda olmalıydı. “Bu evde gönlümce yaşayamazsam gözlerim açık gider,” derdi. Gerçekten de öldüğünde gözleri açık kalmış. Kapatamadık demişlerdi yoğun bakım hemşireleri.

Donup kalmıştı Engin. Anahtar tutan eli havada titriyordu. Cevdet, “Arzu ederseniz ben yardım edeyim,” dedi ve anahtarı aldı elinden, kapıyı açtı. Havasız kalmış tozlu ev kokusu karşıladı onları. Cevdet, Engin’in omzuna hafifçe dokunarak başıyla içeriyi işaret etti, “ hadi girelim” anlamında. Girdiler.

Mutfak tezgahının üzerinde bir şey pır pır ediyordu. Bu, bahçeye dikilen güneş enerjisiyle çalışan lambalardan biriydi. Bozuk diye Ferda bunu dikmemiş, her zaman olduğu gibi atmaya da kıyamamış, öylece bırakmıştı. “Ne kadar dağınıksın!” diye çıkışırdı sık sık. Ferda buna hiç kızmadığı gibi “yaşlanınca çöp kadın olacağım galiba,” diyerek kendisiyle dalga geçerdi. “Bıraktığı döküntüler bile duruyor da o gitti” diye geçirdi içinden Engin. Pencereden baktı, ay doğuyordu.

Dışarı çıktı hızla, depoya yöneldi. Anahtarların birkaçını deneyerek açtı kapısını.  El lambasını dolaştırdı duvarda. Aradığını bulunca lambayı, peşinden koşarak gelen  Cevdet’e vererek omuzladığı merdiveni götürüp duvara dayadı. Derin bir nefes alıp tırmandı basamakları. Cebinden çakısını çıkardı, kesti iplerini muşamba ilanın.

Cevdet’in sımsıkı tuttuğu merdivenden indi yavaşça. Durdu. Şaşkın gözlerle onu izleyen,  sadece dakikalar önce tanıştığı genç adama sarıldı. Koyuverdi hıçkırıklarını.

Ay iyice yükselmişti.

Meral Çiyan Şenerdi

3 YORUMLAR

  1. Mis gibi tabiat kokan, çok duygusal bir aşk hikayesi. Sevgilisini hayatının her anında yaşayan ve de göz yaşlarını tutamayan bu insanın hislerini ne güzel anlatmışsın. Özellikle de tabiatın güzelliğini karısına duyduğu derin sevgiyle ne de güzel bağdaştırmışsın Meral’cim.

Sibel için bir cevap yazın İptal

Lütfen yorumunuzu girin.
Lütfen adınızı giriniz