“ Kaçarken olur da yakalanırsak beni tanımadığını söyleyeceksin” dedi karısına… Kadın tuhaf tuhaf baktı adamın yüzüne. Ruhu böyle bir kaçışa hazır mı acaba diye düşündü, kocasına hissettirmeden. Oysa ki kaçış planı aylardır yapılıyordu. Yüzme öğrenmeye başlamanın, dil öğrenmeye çalışmanın, para biriktirmek için az yemelerinin nedeni buydu. Kadın bu kaçış için derin mavilikle tanışmış, yüzme öğrenmeye başlamıştı.  Sular her yüzüne çarptığında ülkesini, içinde olduğu bu ılık dünyayı, bir gün başarabilirlerse mavi denizdeki kayboluşlarını düşünüyordu. Suyun böylesi maviliği hayran bırakmıştı kadını, bu denizi ilk gördüğünde. 

Keşke burada yaşasaydım dedi ve hemen pişman oluverdi bu isteğinden. Kendi ülkesini hiçbir yere değişmezdi.  Ama şimdi oradan çok uzaktaydı ve daha da kötüsü buradan da uzak bir ülkeye kaçmayı planlıyorlardı. Uzaklar yaramaz bize demişti ya artık evi de yaşanmaz olmuştu. Çocukluğunu geçirdiği, ilk kez sevdiği, ilk kez kanadığı, âşık olduğu, kadın olduğu yer çok uzaktaydı artık. Tam da o anda aklına yakınındaki bebeği geldi. Elini karnına koyar koymaz bebeğin o minik tekmesini hissetti. Artık evim sizsiniz dedi duyulur duyulmaz bir sesle, ürperdi bütün ses telleri. Bir kaplumbağa misali evi sırtında, bebeği karnında, endişelerini ise ruhunda taşıyordu. 

Onları buraya savuran endişeler ülkelerinde savaş çıkacağını anladıkları zaman başlamıştı. Bize bir şey olmaz demişti ailenin büyükleri oysa şimdi onlara her an her şeyin olabileceği bir yabancı memlekette tehlikeli bir yola çıkmışlardı. Kendisi, sevdiği adam ve daha yüzünü bile görmediği ancak onun gelişiyle çocuklu bir aile olup onurlu bir ömür hayal ettiği bebeği, sadece üçü yollardaydılar. Hâlbuki ne kadar büyüktü ailesi. Uzun bayram sofraları geldi gözünün önüne. Şen kahkahalar, çakırkeyif bağrışmalar arasında baharata bulanmış geçmiş hikâyeleri anlatılırdı. O uzun uzun sohbetler geldi gözünün önüne, günlerce yenilir, içilir, gülüşülerdi. Ya şimdi? Zar zor kazanılan para bitecek korkusuyla tek çeşitle üç öğün geçirdiği günler almıştı yerini bolluğun. Geçmiş günlere dönüp baktığında görebildiği o cıvıl cıvıl anılar,  kendisi kadar yorgun anılarda kalmıştı kalabalık ama aynı dilin konuşulduğu o dar konaklarda…

Bu tuhaf yere gelişi ilk kopuşuydu anavatanından. Işıklar nasıl da yabancıydı, tıpkı insanlar gibi. Onlar da tuhaf tuhaf bakıyordu sokaktaki gözler gibi. Dönüp sordu kocasına bir gün “Biz ne yaptık ki neden bize böyle bakıyorlar?” Kocası sadece kafasını salladı, bilmem demekle yetindi.  Biliyordu ya nasıl anlatılırdı, yüreği bu kadar temiz kalmış karısına, savaş yüzünden daha da katılaşmış olan insan yüreğini. Yürekte başlayıp ellerde son bulan yabancılaşma zincirini bu tertemiz yürek nasıl anlardı. Güzeller güzeli, zeki karısı bölgenin dilini anlamıyordu, dilsiz sanıyorlardı onu bu yüzden de. İyi ki de bilmiyor dedi içinden. Yoksa korkardı yanlarından geçerken atılan lafları duysa…” Sizi geberteceğiz” demişti en son yanlarından geçen bıyıkları daha yeni çıkmış bir genç. Korktu, korkusuna şaşırdı. Genç bir çocuk onu tehdit etmiş o ise korkmuştu. Ne kadar savunmasız olduğunu bir kez daha tüm damarlarında hissetti. Buz gibi ter aktı sırtından. O anda elini karısının karnındaki bebeğe koydu. “Gidecez buradan dedi”. Gideceklerdi ya, gittikleri yer ne kadar iyi olacaktı o da bilmiyordu bunu. Çocuğu için iyi bir yol olacaktı belki, belki de daha zor. Artık kendi mahallesinde hayal edemiyordu oğlunu, ne yapsa da koyamıyordu oğlunu mahallesine. Neden mi oğlum diyordu, mecburdu oğlan olmaya, kız olsa nasıl baş edecekti insanın bitmek bilmez zalimliğiyle….

Düğün gecesi o odada yalnız kaldıklarında söz vermişti karısına. “Hep yanında olacağım” demişti. Kadının tüylerinin diken diken oluşunu hissetmiş bu hissi devam ettirmek için dokunmuştu yüreğine en yakın olan yere. Orada başlamıştı bağlarının düğümleri atılmaya. Onun derin mavi gözleri, yanık teni ve yumuk dudaklarına şehrinin tozlu sokaklarının akşamüstü serinliğini veriyordu. İlk gördüğünde âşık olmuştu zaten, ne yapmış etmiş onu da âşık etmişti kendine. Ya bu kadar sevdiği o şehir… Ona da sevgisi başkaydı. Bırakmam derdi, biri soracak olsa, ya şimdi neredeydi o sevdiği, çakırkeyf raks eden bir kadın gibi büyüleyici görünen şehri şimdi yıkık, dökük bir viraneydi. Ya şimdi zalime yenilmiş medeniyeti?  Bitmeyen  hırslar arasında kaybolmuş bir harabeydi… 

Kaçarken beni tanımayacaksın, eğer yakalanırsak demişti karısına. Duramazdı ağlamadan beni götürseler gözünün önünde dedi. Derin derin iç çekip bir daha baktı telefonuna. Kaçmalarına yardım eden, kendinden memlekette sattığı arabanın parasını bu işin karşılığı diye alan adam bir telefon vermişti onlara. Bu yaptığı iyilik değildi ya öyleymiş gibi “kimse yapmaz” demişti bir de. Telefon çaldığında adamın yüzü geldi gözünün önüne, faydacı, doymaz gözleri, burnu… Bütün organlarını almıştı adam sanki, 5 yıl boyunca çalışıp aldığı arabanın parasını ona verince . Adamın her yerine sinen açgözlü hali ses tonunda kendini daha fazla hissettirdi. “Akşam sekizde söylediğim yere geleceksiniz” dedi adam hızlı hızlı. “Anladın mı” dedi üç kere. Anlamıştı, anlamaz mıydı, okuma yazması vardı daha da ötesi öğretmendi kendi şehrinde. Anladım dedi, her şeyi konuşmuşlardı. Kaçılacak yer, yanlarına alacakları üç parça kıyafete bile laf etmişti ya razı olmuştu ikisi de sonunda. Bebesine saracak bir parça giysi bile almamıştı daha. Ya evinde olsaydı, neler neler yapmıştı şimdiye anası, bacıları… “Sağlık olsun” dedi karısı gözleri dolarak. Ama içini biliyordu karısının, istemez miydi çeşit çeşit kıyafetler hazırlamayı. Şimdi yabancı bir ülkede doğacak bir çocuğa çöp bile almamış, hep anne karnında yaşayacakmış gibi yok saymışlardı. “Hazırlan” dedi karısına. “Bu akşam geçiyoruz karşıya.” Kar-şı deyince ürperiverdi. Ülkesine bu kadar uzak başka bir ülkeden diğerine 20 dakikada geçeceklerdi. Bir yere kadar tekne götürecek, sonrasına yüzeceklerdi. Emindi kendinden saatlerce yüzebilirdi. Ya karısı, o nasıl dayanacaktı. “Merak etme” dedi kadın “yüzerim.” “Alıştı kollarım.” Dedi ya adam atamadı endişeyi. Yüklüydü nasılsa, keşke bebeği alabilseydi hafifletebilseydi karısının yükünü. Karısı hazırlan komutunun altındaki istekleri düşündü bir anda. “8 aylık hamileyim” dedi içinden ya bebeme bir şey olursa. Kafasını kaldırıp denize baktı kadın. Baktığı bu sular bir anda canavar gibi göründü gözüne. Karnında bir sancı hissetti. Heyecanlandım ya dedi ondan… Hazırlanacak tek şey kalbiydi. Sakinlemiyordu bir türlü… Sekize daha çok varken çıktılar saklandıkları mağaralarından. Nasılda saklamıştı onları bir anne karnı gibi. Yunus’un evi gibi. Buradan çıkarken bir eşikten daha geçeceklerini biliyordu. Başka dünyaya açılan bir kapıydı mağaranın dışı. 

Sıcak meydanda dolaştılar biraz, neredeyse çıplak denecek kadar az şey giyinmiş insanlara baktılar, insanlarsa onlara… Sekizde sözleşilen yere gelmişlerdi. Kadının içinde tanımadığı bir his vardı, heyecan, korku ya da merak olabilir miydi? Karnındaki ağrıya benzer his artmıştı iyice. Ama deniz durgundu onlara el uzatmış gibi. Tıpkı bir an gibi. Durmuş zamanın yoklamasını alır gibi. Sakindi; onlara yol olma umudunu vadedercesine.     Kadın bindi önce o plastik bota, sonra adam, sonra taş çatlasa 15-16 yaşında 2 genç, 2 yaşlı adam, onları ilk kez görmüşlerdi. Selamlaşıp oturdular daracık o cılız bota. Kadın ilk adet gördüğü gün gibi bir sancı hissetti sırtında. Oysa daha günü vardı neyin nesiydi bu sancı. İnsan kaçakçısı adamın kaba sesi anlamadığı bir şeyler dedi. Kocası sorun yok, söylediği yerde atlayacağız dedi. Havanın kararmaya yakın bu saatinde her şey yorulurdu. Nöbet değişimleri olur, herkes işleri salardı. Buna güvenerek bu saati seçmişti aracı. Kadın bir anda bacaklarından inen suyu hissetti yola çıktıklarından az sonra. Yola çıkmışlardı dönüş yoktu. Kafasını kaldırdı gençlerden biri bir şey diyecek oldu. Deniz sallamaya başladı sopasını, dalga botu bir o tarafa bir bu tarafa savurdu. Vakit kalmadan rüzgarı hissettiler sırtlarında. Deniz bir anda hareketlenmişti sanki. İçinden de birşeyler iniyordu sanki aşağıya doğru. Kadın birkaç kez bağırabildi sadece. O anda bir arbede yaşandı küçük botta. Rüzgarın ve fırtınanın darbesi ademoğluna hissettirdi çaresizliğini. Deniz, rüzgâr, dalgalar, yaşlı adamlar, bottaki çakmaklar. Herşey savruldu. Kanlar içinde, o kısacık sancılarla doğan bebek bile savruldu…

İki gün sonra gazeteyi okuyan emekli amca şöyle diyecekti. “Hanım, baksana, yine geçememişler; dört kişi bulunmuş denizde” hafif acıma, hafif oh olsun, biraz da “bir gün bizim de başımıza gelebilir” tavrıyla söyledi bunu.

       Sahil güvenliğin bulduğu yalnızca dört cesetti… Diğer iki kişiyi, oraya bırakılan yurtsuzluk, sahipsizlik ve yalnızlık duygusunu ve de aracının yaşadığı duyguyu bulamadı sahil güvenlik…

Sonunda vicdanın sesini dinleyen aracı botta doğan çocuğu karşı kıyıdaki yaşama bırakmıştı. O da hiç bilemedi, o bebeğin yaşayıp yaşamadığını. Bu minik bebeğe verilen ilk şans, kaderinin ilk ABC siydi.

Bihter Kaya Ünal

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu girin.
Lütfen adınızı giriniz