Mehmet Abi’yi çok severim. Üç yıl sonra bir parkta rastladık birbirimize. Görür görmez tanıdım. Kızıyla dönen salıncaklara binmeyip çalan müziğinde dans ediyorlardı. Otogara yolcu etmeye geldiklerinde ana kucağındaydı Çiçek, küçücüktü. Nasıl da büyümüş. Uzaktan gülümseyerek izlerken bir güç beni serçe parmağımdan çekti, Mehmet abinin serçe parmağıyla birleştirdi. Aklımız fikrimiz halayda mı bilmem? Çocuk şarkısı demeyip mendil sallayacak kadar oldum. Hepsi sevdiğim birini gördüğümden.
Mehmet Abi’nin “Hop ne oluyor?” der gibi bir dönüşü vardı ki sormayın. Beni muhtemelen kapkaççı sandı. Serçe parmağı hırsızlığı! Flaş flaş flaş… Kapkaççı halay çekmeye de bayılıyordu. Hatırladıkça gülesim geliyor.
Beni görür görmez adımın önüne önce bir ilahi ekledi. “İlahi İlhan.” Bakın söylemdeki uyum itibariyle pek severim bana böyle seslenmelerini. Eşşek şakası olmayan, dozu bir tutam şaşkınlık içeren, tam kızacakken sevmeyi içeren yaklaşımlarla bu seslenişe azıcık destek olurum. Bunun nedeni kafiyeye olan tutkum. Herkes ilahi diye başlamaz tabi. İşte ilahi diye başlayanlarla halay çekesim gelir, kendime çekip sarılasım, sabaha kadar sohbet edesim…Mehmet Abi’yle çoğunu yaptık gerçi.
Ayak üstü sohbetimizin ardından “Bize gelsene.” dedi. Sohbetin başından beri bekliyormuşum meğerse hiç ikiletmedim. “Kahveleri ben yapacağım ama.” dedim. Çiçeği kucakladım omzuma aldım. “Dev oldu Çiçek, dev oldu.” diye diye evin yolunu tuttuk. Eve vardık, Çiçek’i uyuttuk, Mehmet Abi’nin eşine hal hatır sorduk, kahveyi yaptım. Geçtik balkona oturduk.
Sohbete nereden başlayacağımızı bilemedik filan demeyeceğim. Çünkü biz bizelik ve gecenin sessizliği, kahvenin kokusu, yıldızların göz kırpması, cır cır böceğinin ötüşleri varsa sohbet hep şöyle başlar:
“Ayşe teyze nasıl?”
Bu öylesine bir soru değildir benim için. Düşündükçe içinden çıkamadığım, Ayşe teyzenin düzeleceğine dair umudumu taze tuttuğum bir sorudur. Ayşe teyze; Mehmet abinin annesi.
Eşinden yıllarca gördüğü şiddet onu depresyona itmiş, hayata küsmüş, çocuklarıyla ilgilenmez olmuş, yemek yapmış yanmış, çarşafları kullanalı üç ay olmuş temiz sanmış, bazen tek lekeyi saatlerce ovalamış. İyi ki Mehmet Abi ve kardeşleri varmış da artık yeter deyip babalarını eve almamışlar. Bu gücü kendilerinde bulana kadar yıllarca beklenilmiş, birkaç tekme yenilmiş, sonrası için toparlanmak zaman almış, annelerinin tedavisi için gitmedikleri doktor kalmamış…
“Şükür İlhan bu haline. Daha geçen hafta bizdeydi, doktor kontrolüne gittik.” dedi Mehmet abi.
Uzun boylu, koca göbekli, kabarık kısa saçlı, yumuk gözlü, tombul elli, her fırsatta “Sizi çok sevdim ben.” diyen bir teyzedir Ayşe teyze. Her defasında Allah’a emanet eder sizi. Türbe ziyaretlerine davet eder. Çiçekleri vardır Ayşe teyzenin. Ben görmeyeli, sulamayı çoğunlukla unuttuğundan üzülüyorum diye devetabanı yetiştirmeye başlamış. Mehmet Abiyle arada yazışırız. Anlatır bana sağolsun.
Çok şey biliyorum Ayşe teyzenin hakkında. Ama bugüne kadar, on yedi yaşında nasıldır diye hiç düşünmemiştim. Ta ki Mehmet abi içeriden getirdiği bir fotoğrafı bana uzatana kadar:
“Bak bakalım İlhan tanıyabilecek misin?”
Resme bakar bakmaz büyülenmiştim sanki. Gözlerim dolmuş, ağlamaklı olmuştum. Görür görmez tanımıştım. Nehir kenarında çimlere uzanmış ,yanında bir çiçek sepeti, ay gibi parlak bir yüz, sımsıcak bir gülümseme, çiçeklere karışan mis kokusuyla Ayşe teyzeden başkası değildi bu. Çekilmiş bu fotoğraf, stüdyonun duvarlarına işlemiş bu anı; o ana şahit olamayan bizleri kıskandıracak kadar etkiliydi. Ha duvar, ha fotoğraf ne fark ederdi. “Çok başka olabilirdi!”cümlesi dört köşeli bir kutudan da çıkabilirdi.
Naciye Erkul İnanç