Sokak arasındaki bu dükkân küçük camekânının kirli ve loş haliyle, adı gibi “Sihirli Kutu”ya giriyormuş hissi veriyordu. Her sihirli mekanda olduğu gibi sürprizlere açık kapısından küçük çıngıraklar korosu eşliğinde girildiğinde, duvarın bir yanına konulmuş eski bir konaktan sürgün ahşap oyma bir kapı, etrafına asılmış bir sürü Osmanlı kapı kilitleri, sürgüler, aslanbaşlı, kurtbaşlı, halkalı kapı tokmakları, karşısında hazırolda bekleyen ahşap bir abajur ve etrafındaki ölgün ışığına rağmen cam işçiliği mükemmel aplikler göz alıyordu.

Girişten hemen sonra, sağda berjer koltuklar, kolçaklı, cilalı oymalı sandalyeler, onların üzerinde duvarda asılı çalışır durumda saatler, karşılarında duvar boyunca raflara dizilmiş gülabdanlar, laledanlar, Beykozlu usta nefeslerin şekillendirdiği çeşmi bülbüller, hemen altlarında duvar dibinde ince uzun zarif Çin vazoları kendilerini beğendirmek derdi olmaksızın diziliyorlardı. Ayrıca kıymetli oldukları sergilendikleri özel aydınlatmalı cam dolaptan anlaşılan, birbirinden alımlı, parfüm şişeleri, mücevher ve enfiye kutuları, tabakalar sedef, gümüş, altın ve değerli taşlarla bezenmiş diğer kutular kıymetlerine göre dizilmişlerdi raflara.

En köşede yılların yorgunluğu üzerine çökmüş bir duvar piyanosu ve onun hemen üzerinde antikalığı tartışmalı, doldurulmuş beyaz bir karga maketi fark ediliyordu. Tam karşı duvarı minyatürler, hatlar ve onları süsleyen bir birinden güzel tezhipler dolduruyordu. Bir tarafında ise duvara asılmış Yatağan’da çeliklenmiş kim bilir kaç kelle almış yeniçeri kılıçları, palalar, son dönem Osmanlı paşalarının taktığı gösterişten başka işe yaramamış kılıçlar ve antikalıktan çok eskilik gösteren birkaç tüfek.

Tüm bu eşyalar, anılardan bile silinmiş öyküleri, geçmişe has, özlemle salıverdikleri, kimilerine tanıdık gelebilecek kokularıyla, dinlendikleri “Sihirli Kutu”da inzivaya çekilmişlerdi. Bundan sonra belki birkaç duraklık daha yolculuğun telaşını taşımadan sessizce uyur gibiydiler.

Birden açılıp kapanan kapının ardından ,kapı çıngırakları feryat edercesine savruldu. Adam, üstünde solmuş , kirlenmiş ve ters giyilmiş, saten astarı dışta, ceketi, tozlanmış ayakkabılarının her biri farklı, yüzünde neden güldüğüne anlam veremeyeceğiniz bir gülümseme, elinde kim bilir nereden edindiği gümüş saplı işlemeli bir baston, tüm bu haline tezat ellerine geçirilmiş kar gibi beyaz eldivenlerle içeri girdi.

Dükkanın en dibinde tezhip ve hatların arkasında ki bölmeden her gireni çıkanı rahatça gören antikacı ne yapacağını bilemez halde fırladı. Her şeyi bastonunun ucuyla dürtükleyip, kurcalamaya itip kakmaya başlayınca, onu engellemek için hareketlenen antikacıya öyle çılgın bir bakış attı ki, olduğu yere çakılıp kaldı.

Birden soluk dahi almadan ve kelimeler arasında boşluksuz bir hızla konuştu “Beni tanıdınız mı? Tanımadınız mı? Peki, Gılgamış nerede? İnsanlığın yazgısını değiştirecek sır kimde?” Aynı anda önce salonun en köşesinde duran piyanoyu sonra onun üstünde duran doldurulmuş beyaz karga maketini fark etti. “Ah Apollo, burada olduğunu söylemişlerdi. Ama sana kötü muştuların, biliciliğin yüzünden mi böyle davrandılar, halbuki Utnapiştim için kutlu bir haber getirmiştin, sana bunu nasıl yaparlar?” diye feryat ederek ağlama gülme arası diyebileceğimiz karmaşık bir melodiyle, doğruca oraya yöneldi. Olduğu yerde taş kesilmiş antikacı yokmuş gibi davranıyordu.

Bastonunu kenara koyup, kargayı özenle kucağına aldığında beyaz eldivenleri hâlâ elindeydi, onu okşamaya başladı, bir yandan da soluksuz devam ediyordu; “Ah Apollo, Olimpos’da canavarların elinden kaçıp sığındığın bu şehir, gittikçe kendini kaybeden insanlar, seni de mi böyle zavallı hale koydu? Onlar yazgılarının ne olduğunu bilmiyorlar mı?”

Birden kargayı yerine koydu. Önündeki tabureye otururken, piyanonun kapağını kaldırırken, yıllarını onunla geçirmiş olmanın alışkanlıklarını ele veriyordu. İşaret parmağıyla birkaç notayı sert bir şekilde tuşladı. Çıkan tınılar odayı şöyle bir dolaşıp dükkanı dolduran tüm eşyayı uyandırdı geçmiş uykularından.

Sonra eldivenlerini özenle çıkardı. Katlayıp dışa bakan, aslında iç cebine, koydu. Ellerini yukarı kaldırdı, şöyle kafasının üstünde gerdi, hızlı hızlı hareketler yaptı. Tırnakları neredeyse dibine kadar kemirilmiş, parmak uçları şişmiş ve kızarmıştı. Kargaya bir kez daha baktı “ işte bu senin için, benden, Chopin’den,” diye bağırdı olanca sesiyle ve şiddetle çalmaya başladı. Tuşlara her vuruşunda parmaklarından vücuduna yayılan sızının farklında değildi.

Oysa tüm eşyalar yazgılarını yaşamış eski sahiplerine ağlamaya başlamışlar, yerlerinden zıplayıp garip bir yürüyüşe katılmışlardı. Şimdiye kadar Chopin’in Opus 35, 2. Piyano sonatı hiç böyle çılgın duyguyla ses kazanmamıştı, o an müziğin, şiirin ve sanatın koruyucusu Apollon için çalınmaya başlanan bir ağıt olmaktan çıkmış, binlerce yıllık yazgıların ezgisi olmuştu .

Müzik sustu. Ellerini tuşların üzerinden kaldırdı. Parmak uçlarındaki çatlaklardan hafif bir sızıntı başlamıştı. Hemen eldivenlerini cebinden alıp, aceleyle giydi. Piyanonun kapağını sertçe kapadı. Hızla yerinden kalkıp, bastonunu bir eline, diğer koltuğunun altına da beyaz kargayı kaptığı gibi kapıya yöneldi. Antikacı tüm bu olanları şaşkınlıkla izledi. Tam da kazasız belasız atlattık, diye düşünmeye başlamışken, adam birden döndü, bastonu bir kılıç gibi çekti, kırılmış kılıcın yerinden kalın bir keçeli kalem çıktı, karga maketinin altına bir şeyler karaladı, tekrar topladığı bastonuyla aniden cam eşyaların bulunduğu rafı tuz buz etti. Yerlere saçılan cam parçalarının ortasında bir tur atıp, bastonu antikacının eline tutuşturdu, “Apollon ve Chopin sizleri selamlıyor, gecikmemeliyiz yazgımız bizi bekler,” dedi. Geldiği gibi aynı hızla ve gürültüyle çıkıp gözden kayboldu.

Ertesi sabah güvenlik kulübesini dolduran Mozart’ın “Requem”i eşliğinde genç bir adam, 18 Ekim tarihli gazetenin üçüncü sayfa haberinde, çoğu okurun göz gezdirip okumadığı, Boğaziçi Köprüsünden atlayan Mehmet ……… (39) isimli adamın yıllar öncesinin unutulmuş “gümüş baston ödüllü” yarışmayı kazanan memleketin yetenekli piyanist çocuğu “Küçük Chopin”i olduğunu, taksi şoförüne göre atlarken “Kargamız nerede?” diye bağırdığını ve diğer görgü şahitlerinin bahsettiğine göre elindeki beyaz kuşun bulunamadığını okuduktan sonra başını kaldırdı, köşedeki yüksek rafa yerleştirdiği bekçi kulübesinin yeni misafiri beyaz karga maketini kontrol etti, kurumuştu. Altında kocaman harflerle yazan ismiyle seslendi “Hoşçakal Apollon.” Müzik sustu, sabah haberlerine başlayan küçük radyosunu kapatırken, adasındaki saltanatı bitmişti, gündüz çalışanları ve saltanatı devralacak güvenlikçi arkadaşı tekneyle yanaşmışlardı. Beş dakika sonra aynı teknede Salacak’a doğru uykulu gözlerle yol alırken sabahın erken vaktinde Kız Kulesi’nin ziyaretçileri toplanmaya başlamıştı bile kıyıda…

Gece yaptığı bu güvenlik işi sadece konservatuvar piyano bölümünü okuyabilmek içindi. Bu şehrin gürültüsü yerine denizin sesinin en iyi duyulduğu yerdi burası, kulağında sadece dalgalar ve müzik oluyordu genç adamın.

Kısa yolculuğu boyunca parmaklarının dizinde Chopin çaldığını fark etmedi…

Hakan Bayrak

– Beykoz / 16.11.2013
(Onlarca kez yapıldıktan sonra, son düzeltme 24.01.2019)… ???

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu girin.
Lütfen adınızı giriniz